Bu Blogda Ara

30 Haziran 2016 Perşembe

Blue Effect - Radim Hladik 1974



Eski facebook hesabımdan bir Çek arkadaş önermişti ilk bunu. Her yerden müzik dinliyorsun bunu da duymuş muydun diye.  Önerdiğini dinlemeye başladığımdan beri benim için tabiri yerindeyse ortadoğu ve balkanların en iyi gitaristi oldu, Radim Hladik. Bunu esprisine söylemiyorum. Gerçekten öyle, ortadoğu ve balkanların en iyi gitaristi. Polonya ekoline benzeyen progresif rock anlayışıyla hala daha benim için en önemli gitaristlerdendir. Aynı arkadaş daha sonra da Czeslaw Niemen’i de söylemişti, bunu da kesinlikle diye. Czeslaw Niemen’I de en az bu albüm kadar dinlemiştim. Ama Radim Hladik’in gitaristliği daha çok aklımda kaldı.

Blue Effect grubu sovyetlerin 1967 işgali sonrası müzik yapmaya çalışan bir grup. Sovyet baskısından dolayı da grubun ismi için İngilizce kullanamıyorlar.  Modry Effect ismi bu yüzden albüm kapaklarında yazılı. Ancak buna rağmen caz rock türünde harika bir albüme imza atmışlar. Radim Hladik ve grubu Blue Effect bana caz-rock türünü sevdiren bir kaç gruptan biri. Hatta caz rock türünü ilk sevdiren grup. Bunu daha albümün açılış parçasında hemen gösteriyor.

'Shoes (Boty)’ parçası içinde David Gilmour (Pink Floyd), Andrew Latimer (Camel), Jimi Hendrix gibi üst düzey gitaristlerin işciliğine benzer bir Radim Hladik gitaristliği mevcut. Parçanın hemen hemen heryerinde gitar sololarını rahatlıkla duyarsınız. Jiří Stivín’in halk ezgileriyle dolu flüt çalışması (bir benzeri için Ian Mc’donald(King Crimson)), Lesek Semelka’nın caz piyano’su parçanın en sevdiğim bölümleri. Klasik gitar ağırlıklı caz-rock müziğinden bir hayli uzaktır. Böyle bir müzikal yapı da parçayı daha çok progresif hale getiriyor. Altıncı dakikadan sonra başlayan gitar merkezli yapı her ne kadar Canterbury ekolünü andırsa da, Radim Hladik melodik gitarı caz rock gitar sololarına ders niteliğindedir.

‘Tea-Room (Čajovna)’ harika bir melodik balat. Böyle bir parçayla Çek ülkesinde ilgiyi hakediyor mu, bunun kararı bana düşmez belki ama hakediyor. Çek’ler hakkında hiç birşey bilmiyorsanız dahi, Çek’leri böyle bir parçayla hatırlayın derim.

'Jigsaw Puzzle (Skládanka)’, klasik caz rock müziğiyle başlarken, piyano ve serbest flüt çalışmaları zihinde bir ütopya yaratır. İtalyan gruplarından Osanna ve Area ezgileri ilk başlarda daha çok yoğunlukta gözükür. Parçanın ortasından itibaren yine bir Radim Hladik’in kadifemsi melodik gitar solosu var. Son kısımlarında Jiří Stivín’in serbest flüt’ü mevcut.

'Lost-And-Found’ (Ztráty a nálezy ),  klasik gitar ve keman ile başlıyor. Giriş kısmında ki klasik gitarı her dinleyişimde Steve Howe tarzını hatırlıyorum. Keman ve gitar parçayı fazlasıyla dramatik bir havada. Kaybedip bulunanca değerlenen bir parça gibi. Radim Hladik’in gitar solosu da parçanın dramatik havasını daha da dramatic hale getiriyor.

'Hypertension’ (Hypertenze) adı üzerinde tansiyonu bolca yüksek bir parça. Bir blues rock havasıyla, bir Black Sabbath  havasıyla başlar. Radim Hladik’in serbest gitar solosunu ara sıra kozmik sesler kesiyor gibi gözükse de, gitar solosu hiç durmak bilmez gibi. Albümün en uzun parçasında dönemin ciddi bütün progresif rock etkilerini görebilirsiniz. Caz-füzyon, caz-rock, blues-rock, saykodelik, kozmik ve hatta Canterbury ekolü dahi mevcuttur parçanın içinde. King Crimson caz-rock temelli müzik yapıyor olsaydı, muhtemelen böyle bir parça yaparlardı. Radim Hladik sadece gitar çalışmasıyla değil, yorulmak nedir bilmez bir şekilde 12 dakika boyunca bütün enstrümanları etrafında gezdiriyor. ‘Hypertension’ gerçekten tansiyonu çok yüksek bir parça, caz-rock türüne de en iyi örnek parça.

Çek cumhuriyeti her ne kadar balkanlar da yer almıyor olsa bile,dahil edilerek gelmiş geçmiş ortadoğu ve balkanların en yaratıcı gitaristi, Çek’lerden Radim Hladik derim.

Eğer caz-rock sevmiyorsanız, albümü caz-rock örneği olarak dinlemeyin, Radim Hladik gitarı için dinleyin.

1. Shoes (Boty) (09:57)
2. Tea-Room (Čajovna) (4:01)
3. Jigsaw Puzzle (Skládanka) (5:49)
4. Lost-And-Found (Ztráty a nálezy ) (5:12)
5. Hypertension (Hypertenze) (12:30)
Total time 37:29
- Radim Hladik / Akustik, Elektrik ve Hawaii (çelik) Gitar, Halka Modülatör, Düzenlemeler (yapımcılık)
- Lesek Semelka / Piyano, Org, Vokal
- Josef Kůstka / Bas Gitar, Keman, Vokal
- Vlado Čech / Davul
Konuklar:
- Martin Kratochvíl / Fender Elektrikli Piyano
- Jiří Stivín / Flüt, Alto Saksafon 

27 Haziran 2016 Pazartesi

Frank Zappa Captain Beefheart - Bongo Fury 1975



1975 yılında Captain Beefheart ile hazırladıkları canlı kayıtlardan oluşan albüm Frank Zappa geleneğinin en bilinen albümlerinden birisi. En azından benim için öyle. Albümün en dikkat çeken yanı ise rock dünyasından bazı önemli isimlerin olması. Terry Bozzio, Chester Thompson ve  George Duke. George Duke klavye çalarken vokal’e de yardımcı oluyor. Terry Bozzio davul’da, 80’ler Genesis’inin değişmez ismi Chester Thompson ise iki parçada davulda yer alıyor.

Albümün iki parçası hariç, bütün parçalar canlı çalınarak kaydedilmiş. Giriş parçası ‘Debra Kadabra’. Avant-garde öğeleriyle ve gırtlağından sürekli bağıran Captain Beefheart vokaliyle albüme harika bir parçayla giriş yapıyorlar. Parçada ki bazı bölümleri günümüz progresif rock gruplarından ‘Birds and Buildigs’in müzikal yapısına benzetiyorum her dinlediğimde. Şöyle söylemiş olsam daha iyi olur; ‘Birds and Buildings’in etkilendiği grup ve müzisyenlerden birisi de Frank Zappa müziğidir. Müzikal olarak etkilenmişler ama Zappa müziğinin eğlencesi yok. İlk parça olan ‘Debra Kadabra’ ki saksafon beni gerçekten eğlendiriyor.

‘Carolina Hard-Core Ecstasy’ eğlenceli, komik diyalogları olan parça. Carolina’nın kullandığı ilaçtan bahseden ve dalga geçen bir parça. Parçanın avant-garde yapısını Bruce Fowler Trambon (Trompet’in bir büyüğü) ile taçlandırmış. Son bölümlerinde ki Frank Zappa blues rock gitar solosu insanı kendinden geçirtebiliyor.

‘Sam With the Showing Scalp Flat Top’; Captain Beefheart bir hikaye anlatırken arka planda ki müzisyenlar nasıl müzik yapacaklarına bir türlü karar verememişler. Bir avant-garde girişi mi, caz rock girişi mi yoksa blues rock girişi mi yapalım derken, Captain Beefheart hikayesini bitiriyor. Sonunda hepsi ortaya karışık bir müzik çıkıyor. Dikkat çekmiyor belki ama Frank Zappa ve arkadaşlarının yaratıcılıklarının nerelerde gezindiğini gösteriyor.

‘Poofter's Froth Wyoming Plans Ahead’ Blues ve amerikan halk müziği (country) ezgileri temelli başka bir eğlenceli parça. New Orelans’ta bir adam gördüm sokakta, kafası güzel geziyordu. Öne çıkan bir solo enstrüman yok ama yine de eğlenceli bir parça. 50’lerin rock’n roll dönemi hikayelerinden kopartılmış gibi.

‘200 Years Old’ bir önceki parça gibi, blues ve amerikan halk müziği ezgileriyle başlıyor. Parçanın ortasında ki blues gitar solosu, blues sevenleri tatmin eder. Beni blues değilde, Frank Zappa gitar solosu her zaman doyurmuştur. Bu parça da olduğu gibi.

‘Cucamonga’ kısa amerikan halk müziği ezgileriyle başlayan bir parça. Mızıka ve George Duke piyanosu başlı başına dinleme sebebi.  Belki bizim için bir progresif rock örneği olmayabilir ama bir amerikalı için fazlasıyla deneysel ve ilerici bir müzik.

‘Advance Romance’, Led Zeppelin hayranlarını sahaya bekleriz. Led Zeppelin mi, Frank Zappa mı sorusuna ne cevap vereceklerini umursamam, Frank Zappa’yı tek geçerim bu parçayla. Albümde ki art rock türüne en yakın parça. 11 dakikalık parça da Frank Zappa ve arkadaşları blues, art rock karışımı bir eser yazmışlar. Hem de kopya edilemeyecek bir şekilde. Bence ‘Advance Romance’ parçası albümü standartların üzerine çıkaran iki parçadan biri. Diğeri albümün kapanış parçası ‘Muffin Man’, ki favorimdir.

‘Man With the Woman Head’ kısa bir parça. Müzikal olarakta anlamsız. Ama anlatılan hikaye ilginç olduğu kadar, eğlenceli de. Parçanın içinde avant-garde öğeler de bulabilirsiniz, caz füzyon öğeleri de. ‘Man With the Woman Head’ parçasında müzikten ziyade sözler ön planda olmuş.

‘Muffin Man’, albüm hakkında yazmaya iten parça. Daha doğrusu Zappa müziği albümlerinden hangisinden başlamalıyım sorusuna cevap ‘Muffin Man’ parçasının olduğu albüm. Böyle harika gitar solosu olan bir parçayı yok saymak, unutmak istemedim. Heves edip yazmak daha kolay geliyor bana. ‘Muffin Man’, top kek adam, çikolatalı pasta adam, şeker adam, laboratuarda masada incelenecek bir adam, artık siz ne derseniz öyle bir adam.

Hani denir ya, bu akşam sadece gitar dinlemek istiyorum diye, işte o gitar solosu en iyi olan parçalardan birisi ‘Muffin Man’’dir.

Frank Zappa müziğinde öyle derin felsefik anlamlar aramayın. Zaten Frank Zappa’nın da öyle bir derdi yoktu, böyle bir müziği yaparken. İçinde ki sisteme olan nefreti dalga geçerek, eğlenerek çıkarmayı tercih etti.

Ayrı olarak;

Frank Zappa progresif rock müziği geliştiriceğim diye Çin’e gitmeye kalkışmaz, afrika’nın ormanlarında da dolaşmaz. Elindekiyle, içinde yaşadığı toplumun müziğiyle harikalar yaratır. Bu albümde bunun kanıtlarından birisi.

1. Debra Kadabra (3:54)
2. Carolina Hard-Core Ecstasy (5:59)
3. Sam With the Showing Scalp Flat Top (2:51)
4. Poofter's Froth Wyoming Plans Ahead (3:03)
5. 200 Years Old (4:32)
6. Cucamonga (2:24)
7. Advance Romance (11:17)
8. Man With the Woman Head (1:28)
9. Muffin Man (5:30)
Süre: 40:58

- Frank Zappa / Gitar, Klavye, Vokal
- Captain Beefheart / Mızıka, Harp, Vokal
- George Duke / Klavye, Vokal
- Bruce Fowler / Trambon, Dans
- Tom Fowler / Bas Gitar
- Terry Bozzio / Davul
- Napoleon Murphy Brock / Saksafon, Vokal
- Denny Walley / Vokal, Slide Gitar
- Robert "Frog" Camarena – Vokal (Debra Kadabra)
- Chester Thompson / Davul (‘200 Years Old’ ve ‘Cucamonga’)



23 Haziran 2016 Perşembe

Rush - Moving Pictures 1980



Rush’ın bu kadar çok bilinip tanınmasında hard rock ve metal dinleyenlerin yorumları kuşkusuz çok etkili. Sert, karmaşık riffler ve Neil Peart davulu ile Rush dinlemesi her zaman zor olan grupların başında gelir. Dinlemesi zor olduğu kadar başka gruplar tarafından çalınması da bir hayli zordur. Oya işler gibi işler Rush notaları. Bir halatı örmek gibidir yaptığı müzik. O yüzden Rush müziği dayanıklı, sert ve bozulması da zordur. Hard rock ve metal severlerin çok büyütmesine aldırmadan, Rush’ı siz kendiniz dinleyin.

Rush, 1975-76 yıllarında artık altın çağının sonuna gelmiş progresif rock’ı 80’lerde en iyi icra eden grupların başında gelir. Şöyle de söyleyebilirim, 80’ler de progresif rock ölmedi, Rush gibi gruplar sayesinde günümüze kadar geldi.

'Tom Sawyer’ (Mark Twain karakteri) hem albümün hem de Rush’ın en bilindik, popular parçalarından birisi. Hakediyor mu, kesinlikle hakediyor. Neil Peart’ın doğaçlamalı seri davul ritimleri, Geddy Lee’nin sert bas gitar hattı (pedal ile birlikte) ve synthesizer’ı kaotik atmosfer yaratan şekilde kullanımı, üzerine Alex Lifeson’ın kesik kesik, parça parça harika harika gitar solosu. ‘Tom Sawyer’I anlatmak için bunlar yeterli olmaz Geddy Lee’nin bağıran vokalini de unutmamak gerek. ‘Tom Sawyer’ günümüz modern dünyasının şovalyesidir. Neyi tercih edersiniz. Şirketleri mi yoksa gökyüzünü mü? O halde yakala geçmiş zamanda ki mitlerini.

'Red Barchetta’ 50 yıl sonrası uçan arabaların çağı ve amcanın garajda duran eski bir kırmızı Barchetta’sı. Rush’ın ‘Red Barchetta’ parçası tam bir karşı kültür öğesi. 50 yıl sonrasının herşeyi meta haline getiren kapitalizmine de karşı. Yavaş başlar parça, yavaş da hareket eder. Özellikle Alex Lifeson gitarı melodiktir. Dinlenmesi kolay olanlardan. Benim için parçanın sözleri müzikten daha öndedir. Yaşadığımız yılda dahi değerlerin meta haline getirilişine tepki duyarken 50 yıl sonrasını da düşünebilmek, Neil Peart’ın söz yazarlığına olan hayranlığımı bir kat daha arttırıyor.

'YYZ' gibi progresif rock’ın en kaliteli ve teknik parçasını bilmeyene şeker vermeyin. Bayramda şeker toplamaya çıkan çocuklara sorulan sorular gibi, progresif rock dinleyenlere ‘YYZ’ parçasını dinledin mi sorusunu sormak lazım.

'YYZ’ mors alfabesinde uluslararası Toronto havalimanı kodu. ‘YYZ’, Rush grubunun marşı benim için. King Crimson’ın nasıl ‘21st Century Schizoid Man’ parçası temel alınıyorsa, Rush içinde ‘YYZ’ parçası temel alınmalıdır. Bırakın başka bir grup tarafından çalınmasını, benzeri daha yapılamayacak bir parça. O yüzden övmektense her biri yaşayan efsane olan Rush grubunun bu parçasını siz de benim gibi marş haline getirin. ‘LimeLight’ parçanın adı gibi kendisi de light, yumuşak bir müzik. Tam bir yol parçası. Davul ve bas gitar sizi bir yerden bir yere götürürken sonunda ki Alex Lifeson’un derinlerden gelen gitar solosu ‘Limelight’ parçasını en bilinen Rush parçalarından birisi haline getiriyor. Diğer parçalarına göre teknik yönü daha az olmasına rağmen yine de yapacağınız yolculukların değişmez parçalarından birisi olacaktır.

'The Camera Eye’ New York ve Londra şehirleri gözönüne alınarak yazılmış bir parça. Günümüz modern (!) insanın şehrin tarihiyle uyumsuzluğunu anlatıyor. Buna İstanbul’dan bolca örnek verebiliriz de. Tarih bilgisi olmadan yaşamaya çalışan ve kendisini modern düyalı sanan insanların bolca bulunduğu bir şehir olan İstanbul. Daha iyi anlaşılması için Osmanlı döneminde Beyazıt Camiisin’de kuşlar su içsin diye yerlere oluklar açılırken günümüz modern (!) insanları da su sıçratmasın diye o olukları çukur sanıp üzerine çimento dökerler. ‘The Camera Eye’, albümde ki ‘Tom Sawyer’ ve ‘Limelight’ parçaların gölgesinde kalmış bir parça. Ancak benim için ‘YYZ’ ile albümün en iyi parçalarından. Hatta bir önceki albümlerinde olan ‘La Villa Strangiato’ parçasıyla birlikte Rush’ın en iyi gitar solosuna sahip. Parça synth ve trafikte ki araba sesleriyle kaotik ve karanlık bir müzikal atmosfer ile başlar. Saykodelik sesler (hırıltılar) ile daha da yoğunlaşır. Bir blues rock solosuna geçmeden önceki, patlamaya hazır bir bomba gibidir, ruh haline bünürsünüz. Sözler ile birlikte olan kısma geçince uzunca bir süre dinlenirsiniz. Sonrasında Alex Lifeson’un harika gitar solosuyla biter.

'Witch Hunt (Part III of Fear)’ Neil Peart’ın içler ürperten zilleriyle başlar. Korku filmi izliyormuş yada gece karanlıkta tek başınasınızdır. Parçanın girişi öyle bir his uyandırır. Ormanda cadı avına çıkarsınız. Avlayacağınız cadılar dini kurumlar, devlet, medya ve politikacılar gibi bizi yönlendirenlerdir. Parça ağır ağır bas gitar, synth ve davul ile ilerler. Alex Lifeson çok daha geri planda kalır. Sözleri ve girişi olduğu kadar parçanın bütünü de karanlıktır. Ama yazılan sözlere ve anlamına baktığınız zaman ortaya çıkan müzik en uygunu olmuş.

Son parça, ‘Vital Signs’ albümde ki diğer parçalara göre daha basit yapılıdır. Basit yapılı şablon müziklerinden Reggae ritimlerini kullanmışlar. Buna rağmen yine de güzel bir parça. Özellikle Neil Peart davulu. Yine ve yine evet her parça da Neil Peart davulunun mükemmelliği bu parçada da var.

Rush ‘Moving Pictures’ albümüyle tüm zamanların en iyi progresif rock albümlerinden birisine sahiptir. Hem de geç bir dönem olan 1980 yılında. 1. Tom Sawyer (4:34)

2. Red Barchetta (6:08)
3. YYZ (4:24)
4. Limelight (4:21)
5. The Camera Eye (10:57)
6. Witch Hunt (Part III of Fear) (4:44)
7. Vital Signs (4:47) Süre: 39:55
- Alex Lifeson / 6 & 12 telli Elektrik ve Akustik Gitar, Taurus Bas Pedal
- Geddy Lee / Bas Gitar, Bas Pedalı, Synthesizers (Oberheim polyphonic, OB-X, Mini-Moog) (Ses Düzenleyicisi), Vokal
- Neil Peart / Davul, Timbales (Vurmalı çalgı), Orkestra Çanı, Glockenspiel (Vurmalı çanlar), Rüzgar Çanı, Crotales (Vurmalı ziller), Perküsyon
Katkıda bulunanlar
- Hugh Syme / Synthesizer (6)
- Terry Brown / Ortak Aranjör ve yapımcı


22 Haziran 2016 Çarşamba

Nemrud - Nemrud 2016



Nemrud”u nasıl tanıdım. Aslında tanımadım. 2008 yılında Eloy’un Frank Bornemann röportajıyla Mert Göçay’ı tanımıştım internet üzerinden. Daha sonra da facebook üzerinden tanışmıştım. Mert Göçay sayesinde tanıdım Nemrud’u. Doğrusu Mert Göçay’ın bizim bir grubumuz var. Yakında albüm çıkartacağız demesiyle grubu tanıdım. Sağolsun ilk albümü ‘Journey of Shaman’ tanıtım konserine de çağırmıştı. Gitmemezlik etmedim tabii ki. Nemrud’un ilk albümünü konserinden dinleyip tanımış oldum. Yıl 2011.
Sonra ki yıllarda niyeyse saykodelik rock’tan biraz uzak kaldım. Senfonik, caz füzyon  ve eklektik progresif daha çok zamanımı alıyordu. İkinci albümlerini de (Ritual) kendimi vererek tam anlamıyla dinleyemedim.

Geçenlerde arkadaş Nemrud’un yeni albümü çıkmış, dinledin mi diye sorunca, merak ettim. İnternet üzerinden bakınca albüm kapağı fazlasıyla cezbetti. Eski Türk (Göktürk) alfabesiyle (tamgalar) bir mesaj yazılmıştı. Albüm kapağı her ne kadar cezbettiyse de acaba ilk albümleri kadar etkileyecek mi beni diye bir düşünce oluşmadı da değil. Haber eden ve öneren arkadaş, albümü çok beğendiğini, bu kadar kaliteli bir müzikal yapı beklemiyordum deyince ilgim daha da çok arttı.

Genel olarak metal ve progresif metal’den (ve saykodelik) uzak duran biriyim. Albümü ilk dinlediğimde de metalik ritimler, sesler biraz itici geldi. Bir kez dinledikten sonra daha sonra yine dinlerim diyerek bıraktım. Sonrasında tekrar dinlemeye başladığımda düşüncelerimde pek bir değişiklik olmadı. Taa ki ‘The Euphrates’ parçasını dinleyene kadar. The Euphrates; fırat.

‘Nemrud’ albümü grubun ismini taşıyor. Nemrud tarihte bilinen akad krallarının en zorba olan isimlerinden birisi. Dini kaynaklarda bolca bahsedilir. Nemrud grubu da albümle bizi tarihte ki Nemrud’un yanına götürüyor. 4 bin yıl öncesine.

Albüm konsept bir albüm olduğu için parçalar birbirleriyle bağıntılı.

İlk parça, ‘Gods of the Mountain’; aniden ortaya çıkan tanrıların dağın (Nemrud) üzerinden insanoğluna yeni bir hayat ve özgürlük verilmesi anlatılıyor. Parçanın girişinde kozmik sesler duyarsınız. Davul ve org devamını getirir. Eloyvari müzik ile bence Nemrud grubu, kendi müzikal karakterlerini bulmuş. Albümde bana itici gelen metalik seslerdi. Bu parçanın sonlarına doğru çalan heavy metal ritimlerine hala alışabilmiş değilim. Sanırım bir kaç kez daha üst üste dinlersem o kadar itici gelmez.

İkinci parça, ‘Lion of Commagene’; uzak doğudan tanrıların prensi adalet için gelir. Kommagene’nin aslanı. Adaleti sağladığını düşünürken işler istediği gibi gitmez. Giriş kısmında ki saykodelik org tınıları yer yer insanı geriyor, sonrasında gelen vokal hattı bu gerilimi devam ettiriyor. Parçanın içinde Camel, Pink Floyd gibi progresif rock’ın devlerinden esintiler var. Nemrud’u klasik progresif rock’a yakınlaştıran da sanırım bu durum. Albümde en çok dikkatimi çeken cazvari klavyenin belirginliği. ‘Lion of Commagene’ parçasında da bu cazvari org kendisini fazlasıyla hissettiriyor.

Benim favori parçam. ‘The Euphrates’, Türkçesi fırat. Nemrud fıratın iki yakasında ki kavgayı mı anlatıyor (zaman ve mekanın dışında), yoksa 4 bin yıl öncesinde yaşanan olaylardan ders mi çıkarmamızı istiyor, buna dinleyen kişi yorum yapsa daha iyi olur. Benim yorumum çok kişisel olabilir. Parçaya fırat’ın sesini duyarak başlarsınız. Org’u sanki Tangerine Dream’den Peter Baumann çalıyor derken davul ve gitar keser bu saykodelik elektronik atmosferi. Pink Floyd’un ilk dönem gitar, bas ve davul öncülüğünde ve arkasında org kombinasyonunun melodik saykodelik yapısı sizi bir süre oyalar. Taa ki yedinci dakikaya kadar. Altıncı ve yedinci dakika arası fıratın sesi duyulur. Sonrası Eloy’un yaptığı kozmik progresif rock’ın çoşku verici bölümlerinden bir parçaymış gibi Nemrud’un gitar ve org soloları başlar. Mert Göçay melodik gitarı daha çok ön plan gibidir. Dikkatli dinlerseniz Mert Topel’in cazvari org’unun ne kadar yaratıcı olduğunu görürsünüz. Ki zaten beni albümü tekrar tekrar dinlememi sağlayan Mert Topel’in org’u oldu. Son kısımda ki heavy metal riffleri dahi beni bu parçayı tekrar tekrar dinlememden alıkoymadı.

‘Forsaken Throne’ kapanış parçası. Albümün sonu olduğu gibi anlatılmak istenilen herşeyin de sonu. Kederlerimizin, günümüzün, kabuslarımızın, savaşlarımızın sonu. Herşey masmavi olacak. Ve şimdi her sabah bir umudumuz var. Cennetimiz de, geleceğimiz de masmavi olacak aynı gökyüzü gibi.

Bunlar Nemrud’un kuralları.

Albümün son parçası dedik ya aynı zamanda en uzun parçası da oluyor, ‘Forsaken Throne’. Bir rüzgar sesi duyarsınız ve Tangerine Dream atmosferi bir anda sarar her yanınızı. Sözlerin olduğu kısımda devam eder bu durumda. Sekizince dakikadan sonra artık albümün sonu gelmiştir. Bizim de sonumuz gelmiştir.  Ağır progresif yapı heavy metal yapıyla içiçe geçmiş. Son kısımlarında yine Tangerine Dream’in kozmik atmosferine dönersiniz. Öyle ki Mert Göçay’ın gitarı yer yer David Gilmour gitarını hatırlatır. Hem parçanın hem de albümün bitişi Rush’ın ağır progresif rock müziğine güzel bir örnektir.

Eğer benim gibi senfonik, eklektik yada elektronik progresif üzerine yoğunlaştıysanız ve albümü dinlemekte zorlanıyorsanız, Mert Topel’in org’una odaklanın. Mert Topel org’u sizi albümün içine çekecektir.

*****

Nemrud, Türkiye’den çıkma bir grup olsa da, yaptığı müzikle yerelliği değil  evrenselliği takip etmeye çalışan bir grup. Ve bunu bu albümüyle mühürlemiş. Bundan sonra onlar için bir geri dönüş yok. Yapacakları tek şey bu evrenselliği devam ettirebilmek. Benim de onlardan geri dönüş yapın, yerel müzik yapın diyecek halimde yok. O halde, hep birlikte evrenselliği yakalamaya çalışalım.

Son olarak albüm kapağı 70’li yıllar da rock albümlerinin kapak tasarımlarını yapan Betül Dengili Atlı’ya ait. 70’li yılların Jethro Tull ve bir çok rock albümünün Türkiye baskıları Betül Dengili Atlı tarafından çizilip, hazırlanmış. Albüm için biraz araştırayım derken önüme bunlar çıktı. Progresif rock dinlerken birşeyler öğrenmenin tadı başka oluyor. Yıllar öncesinde Mert Göçay’dan Eloy ile bilgi edinirken yine sayesinde kendi tarihimizden de birşeyler öğrenmiş olduk.

1. Gods of the Mountain (11:22)
2. Lion of Commagene (12:33)
3. The Euphrates (11:03)
4. Forsaken Throne (14:50)
Süre : 39.48
Kadro
- Mert Göçay / Gitar, Vokal
- Levent Candaş / Bas Gitar
- Mert Topel / Klavye
- Mert Alkaya / Davul

19 Haziran 2016 Pazar

Semiramis - Dedicato A Frazz 1973



Semiramis grubu da tek albümlük gruplardan. Dinleyici bulmakta zorlanan bir çok grup ilk albümü yaptıktan bir süre sonra müziği bırakıyorlar. Diğer müzik türlerinde de böyle olduğunu sanmıyorum. Sanırım bu durum sadece progresif rock yapmaya çalışan gruplar için geçerli.

İtalyan progresif rock’ının müzikal anlamda en iyi albümlerinden birisi tek albümlük Semiramis grubuna ait. 1973 yılında çıkardıkları albümle yıllar sonra internetin ortaya çıkmasıyla grubun bu tek albümü de tanındı. ‘Dedicato A Frazz’ progresif rock’ın altın çağından günümüze gelen nadide albümlerden.

10 yıl öncesinde internet’te şimdiki gibi sosyal paylaşım siteleri yoktu. Ne facebook ne de twitter gibi siteler vardı. Hatta google bile o kadar ünlü değildi. Hani windows live‘ın meşhur olduğu dönem. O zamanlar bu tarz paylaşım siteleri yokken, ben de forumları takip ediyordum. En çok Pinkfloydturk.net’in sitesinin forum kısmında vakit geçiriyordum. Youtube bile bu kadar gözde değildi. İşte o zamanlarda forum kısmında görüp dinlediğim albümlerden birisiydi Semiramis bu albümü de. Bildiğim kadarıyla sitenin artık forum kısmı yok.

Semiramis grubu ismini eski dünyanın merkezi konumunda ki Babil’i kuran ilk kraliçelerinden almışlar.

*****

‘Dedicato A Frazz’ albümü konsept bir albüm. Albüm kapağında bulunan yeşil yüz ile bir palyaço betimlenmiş. Albümün kahramanı da zaten bir palyaço. Bir palyaço’nun sevinçli, eğlenceli hayatını yaşarken kendi varlığının farkına varmasıyla ilgili hikaye. Sokaklarda, luna park’ta eğlenirken an gelir, palyaço varoluşun üzücü gerçeğiyle yüzyüze gelir. Bu gerçeği kaldıramaz ve kendisini asarak, ölmeyi tercih eder. 70’li yılların progresif rock’çılarının yaratıcılıkları…

Albümün ilginç kısımlarından birisi de gitarist ve vokalistlik yapan Michele Zarrillo. Kendisi albüm kayıtlarında iken 16 yaşındaydı. Ayrıca albümde ki parça yazımlarında da katkısı var. Albümü dinlerken o güçlü ve bağıran ses Michele Zarrillo’ya ait. Rush grubunun sert gitar riff’lerinin bolca benzer riffleri de 16 yaşında ki Michele Zarrillo’ya ait. Maalesef albümden sonra müzik yapmıyor.

'Dedicato A Frazz’ Frazz’a adak. Albümde Frazz diye bir parça da var. Yukarı da bahsettiğim palyaço, grup üyelerinin baş harflerinden oluşturulmuş hayali bir karakter. ‘Frazz’; Faenza, Reddovide, Artegiani, Zarrillo, Zarrillo.

'La bottega del rigattiere’ antik eşyaların satıldığı bir dükkan. İçinde kuklalar, palyaçoların bulunduğu. Giriş kısmı ve devamı Frank Zappa’nın Rio (bayram) rock havasında. Parçanın orta kısımları ise aynı dönemin İtalyasında PFM tarzı senfonik rock öğelerinin bolluğu var. Melodik vibrafon ve melodik vokal.

Albümde en çok dikkatimi çeken şey klavye ve gitarın, Genesis benzeri oluşu. Tony Banks, Steve Hackett işbirliğini bu albümde Michele Zarrillo ve Maurizio Zarrillo üstlenmiş.

'Luna Park’ ilk parça gibi Rio rock havasında başlıyor. Michele Zarrillo gitarıyla diğerlerini peşinden sürüklüyor. Maurizio Zarrillo orguyla bir Tony Banks rolüne bürünüyor. Albümün konusu üzerinden hem klavye hem de gitarı üst üste dinleyince, aslında ne kadar da dramatik müzik olduğunu anlayabilirsiniz.

'Uno zoo di vetro’ Le orme’nin müzikal yapısıyla başlıyor. Ortaçağı hatırlatan senfonik org ve folklorik akustik gitar bir anda hard rock gitar riffleriyle kesiliyor. Geçiş çok uzun sürmüyor. Michele Zarrillo’nun senfonik gitar solosu tekrar iş başında. Sonuç yine ortaçağ senfonik müziğine dönüş.

'Per un strada affolata’ palyaçomuz sokak ortasında ki gösterisinde harika bir gitar solo çalar. İlk olarak kısa elektrik gitar devamında akustik gitar solosunu duyarsınız. Sonra yine Tony Banks-Steve Hackett işbirliğine benzer bir işbirliği çıkar önümüze.

'Dietro una porta di carta’ sakin, melodik derinden gelen org girişiyle başlar. Hem Genesis hem Le orme müzikal yapısını kullanarak güzel bir parça yaratmışlar. Albümün kahramanı palyoçanın etrafında gördüğü, hissettiği o bayram havasını (Rio) melodik org ile çok iyi yansıtmışlar. Dinlerken kendinizi sokak ortasında ki palyaço yerine koyun.

‘Frazz’ grup üyelerinin isimlerinin baş harflerinden oluştu demiştik. Yine bir bayram müziği havasıyla başlıyor bu parça da. Org ve gitar ön planda. Gitar solo kısmı yine bambaşka bir yaratıcılık örneği. Evet, yine Steve Hackett gitarına benzettim.

'Clown’; palyaço, albümde ki hikayenin kahramanı. Steve Hackett benzeri gitar doğaçlamasıyla başlanıyor parçaya. Davulda Paolo Faenza Rush’ın davulcusu Neil Peart sanki. Albümü harika bir şekilde başladığı gibi harika bir şekilde ‘Clown’ parçasıyla bitiyor.

Parçanın sonunda ki hüzünlü akustik gitarın tadına doyamadım bir türlü.

Ve palyaçomuz hayata veda ediyor.

Semiramis bu tek albümüyle hem italyan progresif rock’ın hem de senfonik progresif rock’ın başyapıtı olacak bir albüm ortaya çıkarmış. İtalyan devleri PFM, Banco, Le orme gibi grupların yanında hiç sırıtmadan yerini almışlar.

1. La bottega del rigattiere (6:01)
2. Luna Park (5:58)
3. Uno zoo di vetro (4:28)
4. Per un strada affolata (5:00)
5. Dietro una porta di carta (5:42)
6. Frazz (5:05)
7. Clown (4:34)
Süre : 36:48
- Paolo Faenza / Davul, Vibrafon, Timpani
- Marcello Reddovide / Bas Gitar, Çan
- Gianpiero Artegiani / Synthesizer (ses düzenleyici) , Klasik & 12 telli Gitar
- Michele Zarrillo / Elektrik & Akustik Gitar, Vokal
- Maurizio Zarrillo / Piyano, Org, Elektrik Piyano, Synthesizer

18 Haziran 2016 Cumartesi

Alphataurus - Alphataurus 1973



Birinci derste öğreneceğimiz ilk progresif rock grubu, İtalya’dan Alphataurus’un aynı ismi taşıyan 1973 çıkışlı albümü ‘Alphataurus’tur.

Eğer progresif rock müziğini anlatan bir ders veriyor olsaydım, ilk Alphataurus grubundan başlardım. Alphataurus grubunun ilk albümü; içinde caz, caz füzyon, avant-garde, hard rock, blues rock, folk rock, senfonik rock, elektronik rock, saykodelik rock ve kozmik rock gibi dönemin ciddi rock türlerini barındırıyor. Bu saydığım müzik türlerini öyle bir şekilde parçalarına yerleştirmişler ki, albümü bir başyapıt haline getiren de bu.

Bu kadar çok rock türünü eklektik bir anlayışla değil, senfonik bir anlayışla biraraya getirmişler.
Alphataurus, alfa boğa yada ilk boğa anlamında. Latinlerin mitolojisinde önemli bir yer tutan boğa kültünden alınmış, gruba isim yapılmış. Grup Milano’dan ve malesef 70’lerden günümüze gelen sadece iki albümü var.


İlk parça ‘Le chamadere (Peccato d´orgoglio)’ (ruh hali), caz füzyon tarzı giriş ile başlıyor. Daha sonra blues rock bas hattı ve caz rock davul stiliyle devam ediyor.  Klavye ve moog senfonik rock havası vererek, albüme harika bir giriş yapıyorlar. Grup üyelerinin dönemin ciddi bütün müzik türlerini ve öncülerini dinleyerek bu albümü yaptıklarından eminiz. Parçanın devamında Pink Floyd, Deep Purple, Led Zeppelin, ELP gibi progresif rock’a yön vermiş gruplarının müzikal yapısını rahatlıkla hissedersiniz. Ancak Alphataurus belli bir rock türüyle yetinmemiş.

‘Dopo L´uragano’ (fırtına sonrası), gerçek anlamda bir blues rock parçası. Bir Led Zeppelin benzeri iken, aynı zamanda bir Led Zeppelin karşıtı. Özellikle araya giren klasik piyanosuyla. Gitar solo kısmı Jimmy Page sololarından çok daha iyi. Caz davul ritimleri de Led Zeppelin müziğine karşıt olan başka bir element. Başka bir harika parça.

‘Croma’ italyanca’da  müzikal terimlerden birisi. Minimal müzik gibi. Croma müzik. Parça rio’vari (bayram, uluk) dizeleriyle başlıyor. Daha sonrası ise italyan senfonik progresif devlerinden olan New Trolls, Il Rovescio della Medaglia gibi grupların müzikal yapısını yakalamışlar. Klasik 1850’lilerin klasik müziğinin romantik döneminden bir parçayı almışlar. Bas hattı melodik yapıya o kadar ayak uydurmuş ki, çok kısa olan parça da hiç sırıtmıyor yada liderlik rolüne soyunmaya kalkmıyor. Klasik müzik dinlemeye başlamak için, yada klasik müziği sevmek için en iyi örneklerden birisi.

‘La mente vola’ (Zihin uçar) tam bir yol müziği. Tatile giderken yahut köyde bekleyen ailenizin yanına giderken yolda dinleyebileceğiniz en güzel parçalardan birisi. Sürekli yükselen temposu mükemmel  bir klavye ile son buluyor. Alman elektronik progresif rock grubu Tangerine Dream, gitar’a ve davul’a ağırlık vermiş olsaydı, ‘La mente vola’ parçasına benzer bir parça kesinlikle yapardı.

Parçanın ön kısmı Canterbury tarzına benziyor olsa da (caravan, camel) sonrasında ki melodiler ve ritimler kesinlikle kozmik rock (Tangerine Dream) varyasyonu. Harika bir vokal ve harika bir klavye. Uzun yolda dinleyebileceğiniz en iyi parça.

‘Ombra Muta’ (Sessiz Gölge), albümün son parçası. Alman senfonik progresif rock gruplarından Novalis’in klavyesini hissetmemek ilginç olurdu. Aynı dönemin, aynı düşüncelerin, aynı insanlarının müziği. Minimalist bir klavye ve saykodelik vokal ile 70’lerin senfonik progresif’in tanımını yapan parçalardan biri. Sonrasında gelen gitar ve klavye doğaçlamaları (yer yer Murat Ses (Moğollar) org komposizyonlarına benziyor) albümün kapanışını  yapıyor. Albümde en sevdiğim parça.

1973 yılında Rush grubunun müzikal temelini bu albümde rahatlıkla görebilirsiniz.

Alphataurus grubunun bu albümü İtalyan progresif rock müziği için değil, tüm zamanların progresif rock müzikleri için temel alınacak albümlerinden biri. Albümü müzikal yapısını anladığınız andan itibaren 70’lerin o progresif rock’ın altın çağını da rahatlıkla anlarsınız.

1. Le chamadere (Peccato d´orgoglio) (12:18)
2. Dopo L´uragano (4:48)
3. Croma (3:14)
4. La mente vola (9:21)
5. Ombra Muta (9:48)
Süre : 39:29
- Michele Bavaro / Vokal
- Guido Wasserman / Gitar
- Pietro Pellegrini / Piyano, Org, Moog, Vibrafon, Piyano (Spinet)
- Alfonso Oliva / Bas Gitar
- Giorgio Santandrea / Davul, Timpani, Congas (afrika davulu)



16 Haziran 2016 Perşembe

David Gilmour - Rattle That Lock 2015



David Gilmour gibi rock müziğin efsane olmuş isimlerinden birisinin albümü eleştirilmez. Hele ki 72 yaşına gelipte hala rock müziğin kalitelisini ortaya çıkarabiliyorsa. David Gilmour’un bu saatten eleştiriye tutulması taraftarı değilim.

Hoş, eleştirmeye kalksam ne diyeceğim ki?

Çıkıp gelmiş olsa; ‘Sen de kimsin’ dese ne diyeceğim?

Hiç.

David Gilmour kendisine has müzik anlayışıyla sadece övülmeye hakeder. Benimde yapabileceğim tek şey bu.

1984 yılında Roger Waters’ın grubu dağıttığında, tek başına grubun diğer üyeleriyle Pink Floyd’u devam ettirmiş olan David Gilmour, iki yıl önce 2014’de Pink Floyd’un son albümünü yayımladı. Çok geçmeden de, bir yıl sonra da, ‘Rattle That Lock’ albümünü.

'Rattle That Lock’

David Gilmour’un son albümü (en azından şimdilik) ‘Rattle That Lock’ albümünde Pink Floyd müzikalitesini aramayın. Ama dinlediğiniz zamanda Pink Floyd müziğini duyarsanız şaşırmayın da. Ayrıca sakın ola Pink Floyd ile David Gilmour’u birbirine benzetmeye çalışmayın. Pink Floyd grup olarak kollektif bir işti. David Gilmour kendi müzikal yeteneğini konuşturmuş albümde.

Pink Floyd yada David Gilmour progresif rock’mı yapmıştır, sorusunun cevabı yoktur. Progresif rock yapmış olsalar  yada yapmamış olsalar Pink Floyd müziğinde ne değişir?, hiç birşey değişmez. Pink Floyd ve bütün üyelerinin solo albümleriyle rock müziğin efsane olmuş albümlerine imza atmışlardır. O yüzden Pink Floyd grubunun müziğine ve üyelerinin solo albümleri için her zaman Pink Floyd müziği derim. Pink Floyd diye bir kategori açılsa, yeridir.

‘5 A.M.’ güne başlamak için sabahın beşinde dinlenilebilecek bir parça değil.
‘Rattle That Lock’ tam bir disko blues parça. 69 yaşında ki David Gilmour 30’luk rock vokalleri gibi. Parçada ki blues gitar sololarına diyebileceğim bir şey yok. Albüme de ismini vermiş, dinleniyor da. Biraz salon müziği gibi kaçmış. Bence albüm ismine yakışmamış bu parça. Böyle bir albüm için ‘Faces of Stone’ parçasını tercih ederdim.

‘Faces of Stone’ Phil Manzanera’nın postrockvari piyano dokunuşlarıyla başlıyor. Günümüz progresif rock müzik türü için, tadına varılamaz. David Gilmour’un akustik gitarı ve bayram müziği tınıları, albüme hakim olan kaotik müzikal atmosferden bir an olsun çıkarır gibi oluyor. Heveslenmeye  gerek duymuyoruz. David Gilmour’un acıklı (blues)gitar solosu parçayı bitiriyor.

‘A Boat Lies Waiting’ parçası David Gilmour’un eşi tarafından Rick Wright’ın ölümden esinlenilerek yazılmış. Dramatik olduğu kadar,  Pink Floyd müziği benzeri bir parça., Giriş kısmında bir postrockvari piyano dokunuşları ve David Gilmour’un gitarıyla başlıyor.
Geceleri hiç gökyüzüne bakıp, yıldızları saydınız mı yada gökyüzünde ki bulutlara anlamlar yüklemeye çalıştınız mı ?.

 ‘A Boat Lies Waiting’ parçası bana bunu hissettiriyor her dinleyişimde. Rick Wright aramızdan ayrıldı belki ama yukarıdan bir yerlerden bize izliyor.

‘Dancing Right In Front of Me’ yavaş yavaş ilerleyen sakin bir başka blues parçası. Koro araya girdiğinde patlayıp hızlanacak gibiyken müzik yine sakinleşiyor. Parçanın orta yerinde kısa ama tatlı bir gitar solosuna caz piyanosu eşlik ediyor. Sakin başlayıp devam ettiği gibi sakin bir şekilde bitiyor.

‘In Any Tongue’, parçaya ıslıkla başlıyorsunuz, ağır aksak ilerleyen davul ve piyano’ya koronun eşlik etmesi, Pink Floyd’un ‘Division Bell’ müzikalitesini yansıtıyor.  Parçanın sonunda güzel bir David Gilmour gitar solosu var.

‘Beauty’, metalik sesler, elektronik müzikal atmosfer ve piyano iyi bir parçanın habercisi gibi. Phil Manzarena piyano’da gerçekten çok iyi. David Gilmour kesik kesik blues gitar solosuyla parçaya daha da derinlik katmış.  Albümde sevdiğim ikinci parça. Elektronik seslerin yoğunluğu, David Gilmour’un ağlamaklı gitarı parça hızlandığında bile bitmiyor.  Eğer bu parçayı şimdi değilde 70’li yıllarda yapmış olsaydı, 4 küsür dakikalık parça solo kısımlarıyla birlikte 10 dakikayı rahatlıkla geçerdi.

‘The Girl in the Yellow Dress’ oda caz müziği. David Gilmour gitar çalıp, söylediği kadar da bu parçada saksafon’da çalıyor. Parça sözün tam anlamıyla bir oda caz parçası.

‘Today’ yarı pagan, yarı kilise (kuzey avrupa) ilahisi gibi bir koroyla başlıyor. Giriş kısmı çok kısa sürmesine rağmen etkileyiciliği çok yüksek. David Gilmour eskileri hatırlamış olacak ki, ritmik gitarıyla hem kendi müziğini, hem de Pink Floyd müziğine neler kattığını belli ediyor. Albümde en sevdiğim ve defalarca dinlediğim tek parça. Aslında David Gilmour’un ‘Murder’ parçası kıvamında. Harika bir solo kısmı var.

‘And Then...’ albümde ki en dramatik parça olmuş. Albüme hakim olan karanlık kasvetli hava son parça olan ’And Then…’ tamamen vücut bulmuş gibi sanki. Moralinizi bozmak istiyorsanız ‘And Then...’ gibi bir parçayı dinleyin.

Bir gün facebook’ta Norveçli bir arkadaş şöyle demişti, ‘Hızlı gitar çalmak daha iyi guitarist anlamına gelmiyor, yavaş çalmak ise her zaman yetenek ister’. David Gilmour için değildi söylediği, Camel grubunun gitaristi Andy Latimer içindi. Aynı dönemden çıkma iki gitarist, her ikiside gitarı yavaş çaldılar. Kimi zaman duygusaldı, kimi zamanda depresif.

Umarım albüm David Gilmour’un son albümü olmaz. Gerçeği son albümüm gibi birşey de söylemedi, Pink Floyd’un son albümü gibi. Daha çok dinlememiz gerek, David Gilmour gibi bir müzisyenin yeni parçalarını.

1. 5 A.M. (3:07)
2. Rattle That Lock (4:57)
3. Faces of Stone (5:34)
4. A Boat Lies Waiting (4:36)
5. Dancing Right In Front of Me (6:13)
6. In Any Tongue (6:48)
7. Beauty (4:30)
8. The Girl in the Yellow Dress (5:27)
9. Today (5:57)
10. And Then... (4:32)
Süre :  51:44
- David Gilmour / Elektrik & Akustik Gitar, Bas Gitar, Perküsyon, Piyano, Hammond org, Elektrik Piyano, Saksafon, Vokal, Cümbüş, Mızıka
- Guy Pratt / Bas Gitar
- Phil Manzanera (Roxy Music)/ Piyano, Klavye
- Polly Samson / Piyano, Vokal
- Steve DiStanislao / Davul
- Mica Paris / Vokal
- Louise Marshall and The Liberty Choir / Vokal
Konuk Müzisyenler
- Robert Wyatt (Soft Machine) / Kornet (The Girl in the Yellow Dress)
- David Crosby ve Graham Nash / Vokal (A Boat Lies Waiting)
*****
- Dave Stansbie / Kapak resmi 


14 Haziran 2016 Salı

King Crimson - In the Court of the Crimson Kong 1969

Eklektik Progresif Rock

King Crimson grubu yaptıkları ilk albüm ‘In the Court of the Crimson King’ ile progresif rock’ın babası olarak adlandırılır. Progresif sözcüğü ile deneysel sözcüğünü birbirine karıştırılmamak gerekiyor. Deneysellik hemen hemen bütün rock türlerinde vardır, özellikle solo ve doğaçlamalar kısmında. Progresif ise ilericidir. Sözcüğün karşılığı da ilerici demektir. Progresif rock grupları ile yeni türler, tarzlar, akımlar ortaya çıkar. King Crimson grubunun ilk albümü de bu yüzden deneysel (Experimental) değil, ilerici yani progresif’tir. Kendilerine neredeyse 50 yıl sonra bile hala yeni öğrenciler bulabilmektedirler. 70’li yıllardan Italyan progresif rock gruplarından PFM ve günümüzden  Kamaro King Crimson takipçilerinden bazı ciddi gruplar.

Father of Progresive Rock.

Progresif rock’ın babası.

Progresif rock’ta diğer müzik türlerinde olduğu gibi belli bir şablon üzerinden müzik yapılmıyor. Bir heavy metal parçasını yada blues’u ve yahutta rock’n roll’u hemen ayırtedebilirsiniz. Progresif rock’ı tanımlamaya kalkınca işler biraz zorlaşıyor. Misal enstrümanlarla doğaçlama yapınca progresif rock yapılmış olunmuyor. Uzun gitar soloları yada klavye sololarıyla da olmuyor. O yüzden progresif rock her zaman bu tür müzik türlerinden ayrılıp, farklı bir şekilde kategorilendirilmelidir.
‘In the Court of the Crimson King’ zor bir albüm. Albüm hakkında birşeyler yazılması zor olduğu kadar eleştirilmesi de zor. Dinlemesi yada anlaşılmasından bahsetmiyorum bile.

*****

Devlet; disiplinli bir yaşam gerektirir. Bir ideoloji değildir. Yargısı, düzeni, halkın ihtiyaçlarını karşıladığı sürece, sorunlarını çözebildiği sürece bir devlet’ten bahsedebiliriz. Bu yüzden devlet disiplin ile varolabilir. Disiplinli hayat ise medeniyetin kendisidir. King Crimson gitaristi ve sonrasında herşeyi olacak olan Robert Fripp’in disipline olan hayranlığı daha sonra bir albüm yapmasını da sağlayacaktır. Disiplin hayatımızı düzene sokarken aynı zamanda bizi medeni de yapar. King Crimson müziği günümüzün medeniyet müziğidir.

*****


İlk albümü olan ‘In the Court of the Crimson King’ in üzeründen , 1969 yılından günümüze 47 yıl geçmiş. 47 yıldan beri hala temel albümlerden birisi progresif rock için. Bir dönem müziği değildir. ‘In the Court of the Crimson King’, zaman kavramı olmayan albümlerden.

Albümün bu kadar çok başarılı ve unutulmaz oluşunda en çok payı olan kuşkusuz Ian Mcdonald. Saksafon, flüt, klarnet, org gibi enstürümanlarla her parça da en çok onu duyarsınız. Yetmez bütün parçaların yazımında Ian Mcdonald vardır.

Yine albümde müzisyen olarak değil de, söz yazarı olarak bulunan şair Peter Sinfield var. Yazdığı sözler ile bütün parçaların sözlerine şiirsellik katmış. Peter Sinfield  daha sonra King Crimson grubu ile çalışmayı bırakır, İtalya’ya gider, PFM grubuyla çalışmaya başlar.

Bundan bir kaç yıl önce de BBC’nin hazırladığı progresif rock belgeselinde en çok görünün ve konuşan kişiydi.

‘21st Century Schizoid Man’ avant-garde temelinde yazılmış bir parça. Robert Fripp’in hiç bir rock solosuna benzemeyen çırtlak gitar solosu, 1969 yılında daha sonra oluşacak olan progresif rock sololarına ilham olmuş. Ian Mcdonald saksafonu ile serbest caz’ın (free jazz) sonra ki yıllarda progresif rock’ta ne kadar önemli olacağına resmen imza atmış. Özellikle eklektik progresif rock yapan gruplarda.
Greg Lake vokal hattı ile niyeyse bana MC5 grubunun vokallerini hatırlatıyor. Sadece bu parça da.  Sözleri hiç bir kimseyi, devleti, politikacıyı belirtmeden 21. Yüzyılımızın insanını anlatıyor. Hem de çok çok kısa olan sözleriyle. ‘21st Century Schizoid Man’ progresif rock tarihinin en önemli parçalarının başında geliyor.
‘I Talk to the Wind’ Ian McDonald şaheseri şair Peter Sinfield’in sözleriyle albümde ki en yumuşak parça. Ian Mcdonald’ın flütü parça da, baştan sona hakim.

‘Epitaph’ King Crimson grubunu hiç dinlememiş olanlar için bile hatırlayabileceği bir parça.
‘Epitaph’, kitabe; insaloğlu, insanlık için bir ağıt. Parçanın melodik yapısına aldanarak aşk, sevgi üzerine bir parça olduğuna aldanmayın. ‘Epitaph’ günümüz insanlığımızın draması. Ian Mcdonald bu sefer saksafon ve flüt’ü bırakıp org’un başına geçiyor. King Crimson’ın efsane parçasının bütün müzikal yapısı Ian Mcdonald’a ait. Greg Lake vokaliyle daha sonrasında müzik yapacağı ELP üçlüsü için provasını yapmış adeta bu parçada .  ELP üçlüsüyle yaptığı ‘From the beginning’, ‘Lucy Man’ parçalarından çok daha iyi.

‘Moonchild’ Greg Lake’in kadife sesi, melankolik bas gitarı ve Michael Giles’in perküsyon’u ve Robert Fripp’in eksantrik gitar tınılarıyla ile başlıyor.  2 dakika kadar yumuşak bir şekilde giden parça sonrasında doğaçlama kısmına geçiyor. Albümde ki diğer parçalara göre biraz daha geri planda duruyor gibi görünse de parçanın ortasında ki Robert Fripp’in gitar doğaçlamasını duymadan King Crimson müziğini anlamak bir hayli zor.
‘The Court of the Crimson King’ hem albüme hem de gruba ismini veren bir parça. Albümde dinlenilen 3 parça’dan sonra tekrar 1. parça müzikal yapısına döndürüyor dinleyen kişiyi. Melankolik, depresif parçalardan sonra tekrar soyutlamalarla politik mesajlar almaya başlıyoruz. ‘The Court of the Crimson King’ parçası da ‘I Talk to the Wind’ parçası gibi bir Ian Mcdonald şaheseri. Tabii ki şair Peter Sinfield’in sözleriyle.
Ortaçağın ayrık insanları ile günümüzün ayrık insanları arasında ne fark vardır. Hiç bir fark yoktur. Sahip olduğumuz düşüncelerimizle ortaçağın cadıları, büyücüleriyiz. Günümüzün ortaçağ despotlarınca yargılanacakmıyız, elbette yargılanacağız Kızıl kralın mahkemesinde.
Olur ya, King Crimson parçalarını dinlemeye kalkarsınız, sakın ola başka grupların cover parçalarını dinlemeyin. Sanki King Crimson’ın cenaze müziğini çalıyorlar.

King Crimson grubunu kendisinden dinleyin.

1. 21st Century Schizoid Man (Fripp, McDonald, Lake, Giles, Sinfield) (7:21)
2. I Talk to the Wind (McDonald, Sinfield) (6:05)
3. Epitaph (Fripp, McDonald, Lake, Giles, Sinfield) (8:47)
4. Moonchild (Fripp, McDonald, Lake, Giles, Sinfield) (12:13)
5. The Court of the Crimson King (McDonald, Sinfield) (9:25)
Süre : 43:45
- Greg Lake / Vokal, Bas Gitar
- Robert Fripp / Elektrik Gitar, Akustik Gitar
- Ian McDonald / Saksafon, Flüt, Klarnet, Vibrafon, Klavsen, Piyano, Org, Mellotron, Geri Vokal
- Michael Giles / Davul, Perküsyon, Geri Vokal
*****
- Peter Sinfield / Söz ve Fikir
- Barry Godber / Kapak Resmi

11 Haziran 2016 Cumartesi

Pell Mell - From The New World 1973

Senfonik Progresif Rock

2008 yılı, takip ettiğim bloglardan paylaşılan albümleri taker taker indirip dinliyorum. Öyle ki, bir çok albümün içinden çıkan parçaların isimleri bile yok. Çoğu track olarak geçiyor.

Bir akşam yine iş çıkışı, çıkmayıp ofiste kaldım. Blogları ve forumlara bakıyorum. İndireceklerim bittikten sonra mp3’e yüklemeleri yapıp, bilgisayarı kapatıp, çıktım. O zamanlar Beyoğlu’nda oturuyorum, işyeri de Cağaloğlu’nda. Beyoğlu’nda ki eve kadar yürürken indirdiğim müzikleri de dinliyorum. O akşam da yine aynısını yaptım. Albümleri tanımak amaçlı 2-3 dakika dinleyip, parçaları atlaya atlaya albümleri tanımaya çalışıyorum. Bir albümden diğerine geçerken bu albüme denk geldim. Melodik ve bir o kadar da gaz verici. Atlayarak geçemedim bir türlü albümü. Bütün parçaları teker teker sonuna kadar dinledim. İstiklal caddesini albümü tekrar dinleyebilmek için iki kez turladım o akşam.

Ve malesef ne albümün ismi vardı, ne grubun ismi ne de parçaların ismi. Bir kaç ay boyunca mp3 çalarımdan silinmeden ve kim olduklarını bilmeden albümü defalarca dinledim.

2010 yılında askerden dönünce yine eskisi gibi bloglara geri döndüm. Derken Brazilya’lı blog yazarının paylaştıklarını tekrar indirip dinlerken albümü tekrar buldum. Grubu ve albümü bilmeden 2 yıl boyunca dinlemişim.



Pell Mell… From The New World…

Progresif Rock’ın altın çağının yaşandığı yıllarda müzik yapan Pell Mell’in ‘From The New World’ albümünden ilham alıp, progresif rock albümleri paylaştığım blog’a grubu hatırlatacak bir isim verdim. O blog 600 bin’e yakın girişiyle hala en popüler bloglarımdan.

Progresif Rock’a başlamadan, hatta öyle bir türün varlığından haberim yokken klasik, caz gibi müzik türlerini, müzisyenlerini öğrenmeye çalışırdım. Progresif Rock’a geçtikten sonra pek gerek görmüyorum artık. YES, ELP gibi gruplardan bir çok klasik müzisyeni ve caz ustalarını öğrendim. Öğrendikten sonra onları da dinledim. Ama yine de progresif rock’ın yerini tutamadılar.

Pell Mell grubunu dinlerken de Dvorak gibi bir klasik müzik ustasını öğrenmiş oldum.
‘From The New World’ albümü tamamen Dvorak müziği üzerine kurulu diyemem ama albümün ana hatları Dvorak Süitleri üzerine kurulu.

Albüme ismini veren ‘From The New World’ parçası da Dvorak müziğini temel alan bir parça. 16 dakikalık parça koca bir orchestra varmış hissi uyandırarak başlıyor. Tabii ki Dvorak süitleri. Thomas Schmitt kemanıyla tek başına yaylılar kısmını oluşturuyor. Dietrich Noll klavye’si ve ona eşlik eden diğer klavye’de Hans Otto Pusch ve Bruno Kniesmeijer davuluyla gerçek anlamda bir orkestra olmuşlar. Bruno Kniesmeijer seri ritimleriyler yer yer bana Camel’in davulcusu Andy Ward’I hatırlatıyor. Vokaller en az Gentle Giant kadar neşeli. 7. Dakika’dan sonra Dietrich Noll’un harika bir klavye solosu var. Klavye solosu 2 dakika kadar sürdükten sonra grubun lideri konumunda ki kemancı Thomas Schmitt solosu başlıyor, derinden. O keman solosuyla meşgulken arka planda caz bas gitarı ve caz davul ritimleri var. Çok geçmeden geriye sadece Thomas Schmitt’in keman solosu kalıyor. Sonrasında italyan klasik keman sololarını andıran keman solosuna bu kez cazvari piyano, bas gitarı ve davulu eşlik ediyor.   Caz oda orkestrasına dönüyor bir anda son kısmı. Dvorak’ın klasik süitleriyle başlayan parça için mükemmel bir son.

‘Toccata’ Beethoven‘lı, Franz Liszt’li, Mozart’lı ezgileriyle, klasik müzik rock olarak böyle de çalınabilir ve dinleyicisi de çok olur. Bakınız; benim gibi. 4 dakika kadar süren parça içinde klavye’den, bas gitar’a, davul’dan keman’a kadar hepsi olağanüstü. Kısa kısa sololarıyla 4 dakikaya bir dünya sığdırmışlar.

‘Suite I’, 2008 yılında kendilerinden haberim yokken dinlediğim albümde en çok üzerinde durduğum parça. Dvorak klasik müziğini temel alarak yazdıkları parça o kadar melodik ve duygu yüklü ki dinlerken bir süre sonra vokale eşlik etmeye başlıyorsunuz. Vokal, yumuşacık sesiyle parçayı daha da büyülü bir hale getiriyor. 60’ların çiçek çocuklarının hep bir ağızdan söyledikleri şarkılar gibi.

‘Suite II’ saykodelik yapısıyla özünü unutmamışa benziyor bu parçayla. Parça, 60’ların sonunda ortaya çıkan saykodelik rock’ın (Pink Floyd, Iron Butterfly) 73 yılına taşınmış hali gibi adeta. Gitar solosu 60’lı yılları değil, Pell Mell grubuna özel soloya sahip. The Doors’tan Ray Manzarek’in piyano stiliyle piyasaya göz kırpmışlar. Ancak Thomas Schmitt’in flütüyle bir anda orta amerika yerlilerinin müziğini duyuyorsunuz. Ekvator’lu amerikalılar vardı 2005 yılında İstanbul sokaklarında. Sokaklarda kendi müziklerini çalarken CD’lerini satmaya çalışıyorlardı, ben de bir albümlerini almıştım, hala duruyor albümleri. Thomas Schmitt’in flütü bana hep o albümü hatırlatıyor. Sonrası saykodelik kökenli gitar solo ve 60’ların eğlenceli beat vokalleriyle biten bir parça.

Aslında böyle grupları, albümleri paylaşmamak lazım. Dinleyen kişinin özelinde kalsın. Merak edenler de böyle albümleri arayıp, bulsunlar. Hayatta herşey merakla başlar. Öğrenmek için, bilmek için, tanımlayabilmek için hep merak lazım. Merak hissetmeyen kişilerin vay haline.

1. From The New World (16:06)
2. Toccata (3:53)
3. Suite I (8:05)
4. Suite II (11:39)

Süre: 39:34

- Jorg Gotzfried / Bas Gitar, Vokal
- Bruno Kniesmeijer / Perküsyon, Davul
- Dietrich Noll / Klavye
- Hans Otto Pusch / Klavye
- Thomas Schmitt / Flüt, Viyolin, Klavye, Vokal
- Rudolph Schon / Perküsyon, Vokal



10 Haziran 2016 Cuma

Tangerine Dream - Zeit 1972

Elektronik Progresif Rock

Tangerine Dream”in en zor dinlenen ve anlaşılan albümlerinin başında gelen ‘Zeit’ albümü yavaş hareket eden, sıkıcı, sıradan, olaysız, tekrarlayan, karamsar ve melodik olmayan, bu yüzden de sürekli gözardı edilen albümlerinin başında gelir.

8 Haziran 2016 Çarşamba

İhtiyaç Molası - Kapılar 2015


Türk Progresif Rock

Çanakkale’li grup İhtiyaç Molası uzun bir süre (10 yıl) sonra çıkardığı ‘Kapılar’ ile günümüzde Türk müziğiyle nasıl progresif rock yapılırın adını koymuşlar. Kendilerininde dediği gibi artık olgunluk dönemindeler. Geçen yıl çıkarmış oldukları ‘Kapılar’ albümleri de ne kadar olgunlaştıklarını gösteriyor.

Daha önceki albümlerini de severek dinlemiştim. Ara sıra yine açar dinlerim. ‘Kapılar’ albümünü ise bulduğumdan beri dinliyorum. Özellikle enstrümental parçaları.

Kompliman parçası minimalist piyanosu ve yer yer efe müziğini andıran aksak ritimleriyle Eflatun ile favori iki parçamdan biri. Eflatun, girişindeki korosu ile hardrockvari gibi gözükse de devamında ki piyano 80’li yılların Esin Engin, Fahir Atakoğlu gibi isimlerin müzikal yapısını andırıyor.  Son kısmında ise gitar ve keman, efe müziğinin yerellikten çıkarıp rock haline sokmuş.

Albümde ki ‘Çengi’ parçası hariç hepsi yeni parçalar. Ancak stüdyo kayıtları öncesi grubun verdiği konserlerinde çalınan parçalar. Konserlerini takip edenlerin hepsini bildiği parçalar.

‘Of’ parçası grup üyelerinden Tolga Çebi tarafından Kemal Tahir’in Tersine Dünya tiyatro oyunu için bestelenmiş. Hani erkeklerin kadın, kadınların erkek durumunda olduğu oyun. 90’lar da filmi yapılmıştı. Hem MFÖ müziği havası hem de sözleri ile kendine eşlik ettirdiği gibi, eğlendiriyor da
.
‘Kapasite’ günümüz Türkiye’sinin durumunu çok güzel anlatıyor. Hani o yeni Türkiye!...
Yeni Türkiye’nin kapasitesi..

Devlet, rüşvet
kapasite işte bu...
Basın, alet
kapasite işte bu...

‘Topla Kendini’ parçasının sadece girişi bile yeter sevmek için bu parçayı.  Trevor Rabin’li YES döneminden bir parça gibi geliyor bana her dinlediğimde. Gitar solosu Trevor Rabin soloları gibi gaz verici. ‘Topla Kendini’ albümde ki ‘Gafil’, ‘Ölmüş’ ve ‘Bir Gül Yeter’ parçalar gibi rakıyla eşlik edilecek türden. Tabii ben birayı tercih ederim. İnsanların tercihlerine karışamam.

Biranızı, rakınızı İhtiyaç Molası’nın ‘Kapılar’ albümüyle tüketin.

‘Kapılar’ albüme ismini veren parça. Parçanın sonunda ki keman solosu ile bunu hakediyor. Albümde ki en iyi solo.

Cenneti gördüğünü sandığın anda,
Kapılar kapandı bir andaaaa.

‘Bloody’, ingilizce parça gitarist Taner Sarf’a ait. ‘Bloody’ içinde bulundurduğu biraz vahşi batı müziği, biraz 60’ların beat müziği ile bence albüme renk katmış.

‘Çengi’, sadece İhtiyaç Molası’nın değil, Türk rock müziğinin en orijinal parçalarından. Grup üyeleri  de 2015 sonrası gençliği için eski ve önemli bir parça olan ‘Çengi’’yi tekrar yorumlayıp  albümlerine almışlar. Darbuka’yı da eksik etmemişler. Parça da Tolga Çebi kemanıyla 72'nin Curved Air’inin kemancısı Eddie Jobson performansını hatırlatır. Harika bir keman solo.

Albüm grup tarafından aslında daha önce çıkartılması planlanıyormuş. Ülkede ki telaşın, kargaşanın bitmesini beklerken daha fazla dayanamayıp 2015 yılında çıkarabilmişler.

Ülkede ki duruma göre hareket edersek daha çok eksik kalırız böyle güzel müziklerden. Sonra ki albümlerini de umarım ülkenin durumuna göre beklemeye kalkmazlar. Elimizde zaten 3-5 grubumuz var.

1. Kapılar (4.10)
2. Eflatun (4.21)
3. Topla Kendini (3.10)
4. Of (4.20)
5. Gafil (2.58)
6. Kompliman (3.58)
7. Kapasite (5.03)
8. Bloody (3.24)
9. Bir Gül Yeter (5.34)
10. Ölmüş (4.17)
11. Çengi (4.32)

Taner Sarf - Gitar, Vokal
Tolga Çebi - Keman, Keyboard, Vokal
Sinan Gürsoy – Bas Gitar, Vokal
Murat Güllü - Davul, Vokal

Konuk Müzisyen.
Meriç Demirkol - Saksafon

Cem Ömeroğlu (Nekropsi) - Kayıt ve Miksler



6 Haziran 2016 Pazartesi

Gentle Giant - The Missing Piece 1977

Eklektik Progresif Rock

Steven Spielberg’in Jurassic Park serisinin ikinci filminin ismi. Kayıp Dünya. İlk filme göre çok daha fazla dinozor gösterilmişti.  Bilim insanları sayesinde ‘Kayıp Dünya’ filmlerinde farklı farklı dinozorları görürüz. Steven Spielberg, bilimi takip eden ve keşfedilen bir çok şeyi filmlerinde bolca bunları kullanan sinemanın en önemli isimlerinden. Bilim Kurgu  sineması Steven Spielberg anılmadan konuşulmaz.

Progresif rock içinde durum böyle. Progresif rock grupları içinde öyle gruplar vardır ki, onları dinlemeden progresif rock hakkında konuşmak biraz hava da asılı kalmak gibi oluyor.

Gentle Giant grubu bunun en büyük örneklerinden.  Jurassic Park’ın ikinci serisi olan ‘Kayıp Dünya’ filminde bilinmeyen en büyük dinozor spinosauros gösterilir. Bilim insanları Steven Spielberg’ten Spinosauros’u  koymasını isterler. ‘Kayıp Dünya’ filminin de ana konusu Spinosauros olur. Progresif rock’ın o kayıp dünyasının da en önemlisi Gentle Giant grubudur.

Gentle Giant grubunun yaptığı eklektik progresif türü, progresif rock dinleyenler için zorlayıcıdır. Zor bir gruptur. Dinlemesi zor olduğu kadar, anlaması da zordur. Eklektik yapıyı anlamak için insanın kendi hayatına bakmasında fayda var. Biz hala bin beş yüzyıl, iki bin, üç bin yıl öncesinde oluşan ahlaki yargılarını günümüz hukuk kurallarını içiçe geçirerek yaşarız. Yetmez, komşu ülkenin yada düşman ülkenin ahlaki, geleneksel davranışlarını, kendi kültürümüz ile birleştiririz. İsteyerek değildir bu, doğaldır. Eklektik yaşam biçimleri diye ortalıkta dolaşan insanlara aldanmayın. Biz, insanoğlu olarak zaten eklektik bir yaşam biçimi sürdürüyoruz.

Eklektik progresif rock’ın üreticileri, özellikle 70’li yıllarda çok daha fazladır. Günümüzde de bu türün uygulayıcıları olsa da, hep geri planda kaldıklarından, pek yaptıkları tanınmaz, gözününde bile değildir. Eklektik progresif’in üretici grupları vardır, doğru. Bir de eklektik progresif rock’ın grubu vardır.
Gentle Giant.

Hard rock, asid rock, caz, caz-fusion, senfonik, avant-garde, saykodelik, canterbury (ingiliz’e özel), ağır prog, blues, rock’n roll, beat, pop ayrıca folk müzik, klasik müzik gibi bir çok müzik türünü parçalarının en uygunsuz yerlerinde rahatça görebileceğiniz bir grup, Gentle Giant. O yüzden Gentle Giant grubunda ahenk diye bir şey yoktur.

Gentle Giant grubunu herhangi bir grupla karşılaştırma yapamazsınız. Gentle Giant’in karşılaştırması sadece kendisiyledir. Gentle Giant grubunu sadece kendi albümleri arasında kıyaslama yaparsınız. Gentle Giant o kadar kendisine özgü bir gruptur.


‘The Missing Piece’ albümü de 1977’de artık progresif rock’ın o altın çağının söndüğü dönemde ortaya çıkan bir albüm. Albümü bütün Gentle Giant albümlerinde olduğu gibi birbiriyle karşılaştırarak zayıf bir albüm olarak görebilirsiniz. Ancak diğer eklektik ve senfonik gruplarla karşılaştırma yaptığınız zaman 1977 yılının en iyi albümlerinden birisini görürsünüz. YES grubu tarihinin en kötü albümünü yapmıştır, Tormato. King Crimson grubu dağılmıştır. Van Der Graaf Generator bir yıl önce çıkardığı albümünün devamı için bir kaç yıl bekleyecektir. Supertramp (bu grubu oldumolası sevemedim) pop-senfonik dönemine geçmiştir. Ve 1977 yılında Gentle Giant progresif rock için çok güzel bir albüm yaparken, kendi tarihinin ve kariyerinin aşağıya  yuvarlanan bir albümünü ortaya çıkarmıştır. Bu albüm onları kötü bir grup yapmaz belki ama progresif rock’ın altın çağının da bittiğini göstermiştir. Bütün bunlara rağmen ‘The Missing Piece’ albümü benim en sevdiğim Gentle Giant albümüdür.

‘Two Weeks In Spain’, ‘Betcha Thought We Couldn't Do It’ eğlencelik, klasik Gentle Giant eğlencesinde parçalar. ‘I'm Turning Around’ bluesvari parçalardan birisi ve güzel bir parça. Bir diğeri ‘Who Do You Think You Are?’ parçası. Pek ısınamamışımdır bu parçaya ama albümü ayrı sevdiğim için, 2 dakikalık parçaya alıştım.

‘Mountain Time’ parçasını sokak yürürken dahi söyleyebileceğim parçalardan birisi. Popvari mi, popvari. Ben ezberler, söylerim.

‘As Old As You're Young’  folklorik müzikle bezenmiş bambaşka bir Gentle Giant harikası. Gentle Giant dinlerken pek karamsar olmazsınız yada melankolik olmazsınız.

‘Memories Of Old Days’ parkta oynayan çocukluğunuzu hatırlayın. O döneminizden başlar. Benim en sevdiğim albümünün en sevdiğim parçasıdır. ‘Memories Of Old Days’ parçası 1977 yılına göre fazla gelmiş bir senfonik bir progresif rock parçasıdır. Ray Shulman’ın akustik gitarı (12 telli gitarı), Kerry Minnear’ın piyano’su beni hep geçmişe özlem duymamı sağlamıştır. Hangi birimiz çocukluğumuzu özlemiyor? . Derek Shulman operavari  vokali  benim için Freddy Mercury vokalinden çok daha özel. Gentle Giant’in eğlendirmeyen ender parçalarından birisi. Benim için tek parçası. ‘Memories Of Old Days’ progresif rock’ın 1977 yılının başyapıtı.

‘Winning’ vokal odaklı bir parça. Vokal odaklı hiç bir parçayı sevmemem rağmen, Derek vokaliyle bütün parçayı arkasından sürüklüyor. Başka bir ezberlenip söylenecek Gentle Giant parçalardan birisi.
Progresif rock’ın altın çağının sonu ve Gentle Giant grubunun bu dönem için en güzel parçası,  ‘For Nobody’.

Dinozorlar çağının en görkemli canlısı Spinosauros’un progresif rock’ta ki karşılığı Gentle Giant’in son kurbanlarısınız.


1. Two Weeks In Spain (3:00)2. I'm Turning Around (3:54)
3. Betcha Thought We Couldn't Do It (2:20)
4. Who Do You Think You Are? (3:33)
5. Mountain Time (3:19)
6. As Old As You're Young (4:19)
7. Memories Of Old Days (7:15)
8. Winning (4:12)
9. For Nobody (4:00)



Bütün parçaların sözleri ve düzenlemesi Kerry Minnear, Derek Shulman, ve Ray Shulman tarafından yapılmış.

- Derek Shulman / Vokal
- Gary Green / Elektrik & Akustik (7) Gitar
- Kerry Minnear / Hammond Org, Piyano & Elektrik Piyano, Synth (1,4,7) (düzenleyici), MiniMoog (3,6,8), Perküsyon (8), Klavnet & Geri Vokal (6)
- Ray Shulman / Bas Gitar, 12 Telli Gitar (7), Perküsyon (8)
- John Weathers / Davul, Tamborin, Perküsyon, Ritim Makinası (8)

Birds And Buildings - Multipurpose Trap 2013

Eklektik Progresif Rock

Genel olarak progresif rock’ta Amerikalıları pek sevmem. Sevmem derken dinlemiyorum yada nefret ediyorum  anlamında değil. Sevdiğim ve dinlediğim bir çok amerikalı progresif rock grubu vardır. Ancak ülkeler tercihinde başlarda değiller malesef. Sevdiğim, dinlemesinden zevk aldığım IZZ, Phideaux gibi gruplar var günümüzde Amerika’dan ama en önemlisi Dan Britton’un grupları Deluge Grander ve Birds and Buildings var.

Dan Britton tam bir progresif rock aşığı ve öğrencisi. İki grubuyla da yaptığı albümlerle öğrencilikten öğretmenliği çoktan geçmiş gözüküyor. Günümüzün progresif rock yaptıklarını sanan bir çok gruba temel olacak müzikler ortaya çıkarmışlar. Son dönemin gördüğüm en yetenekli iki isminden biri bana göre. Diğeri İtalyan bas gitarist Fabio Zuffanti. Her ikisi de progresif rock’a harika müzikler üretiyorlar.

Benim tanışmam da 2008 yılında oldu ilk kez. Yine bloglar arasında dolaşırken bulmuştum albümlerini. Bir kaç kez üstüste dinledikten sonra günümüzün favori gruplarımdan biri haline geldi. Pek popüler olmadıkları içinde takip etmem 3-4 ay da  bir myspace hesabını kontrol etmem ile oluyordu. Sonra askerlik araya girdi, gittik, hallettik, geri geldik. Çok geçmeden Birds And Buildings grubunu hatırladım. Hemen  kontrol ettim. Kendilerine site yapmışlardı. Ve sitelerinde yeni bir albümden bahsediyorlardı. ‘Multipurpose Trap’.

‘Multipurpose Trap’ 2010 yılında çıkması gerekirken, hatta en kötü ihtimalle 2011 yılında çıkması beklenirken, Dan Britton’un parçaların düzenlenmesinde sürekli çalışıyor olması sebebiyle 2013’te yayınlanabildi ancak. Kusursuz olması gerekliliği üzerinde çalışması sonucu, gerçekten kusursuz bir albüm ortaya çıkmış. Dan Britton ve arkadaşlarının yetenekleri  ve titizlikleri şuan albüme 100 üzerinden 101 verdiriyor. Albüm çıksın diye çok beklediğimi hatırlıyorum, değdi. Şimdi bir sonraki albümlerini bekliyorum.

‘Multipurpose Trap’ albümünde progresif rock’ın en ciddi türleri ve en ciddi gruplarının etkilerini duyabilirsiniz. King Crimson, Genesis, Magma, YES, Gentle Giant, Van der Graaf Generator hatta Pink Floyd gibi progresif rock’ın devlerinin müzikleri. Senfonik progresif, caz-fusion, avant-garde, zeuhl gibi progresif rock’ın anlaşılması ve dinlenmesi zor türlerininin harmanlaması ile son yılların en iyi eklektik progresif rock albümlerinden birisi.

Progresif rock türünde bir çok grup ilk yaptıkları albümün kalitesini geçemez. Öyle bir hevesle yaparlar ilk albümleri sonrasında devamını bir türlü getiremezler. Birds And Buildings grubunun ‘Multipurpose Trap’ albümün dinlerken hiç öyle bir yargıya varmadım. İlk albümüyle kıyaslama yapsam, hangisi daha güzeldir diye, bana her iki albümde başyapıtlık albümler olarak geliyor.

Bir parça öne çıkabilecek şekilde albüm hazırlanmamış. Albümde ki bütün parçalar öne çıkabilecek düzeyde. Albümü yada grubu diğer herhangi bir progresif rock grubuyla karşılaştırma yapamıyorum. Çünkü yaptıkları müzik kendilerine özgü bir müzik.

Dan Britton klavyeleriyle albümün bütün müzikal yapısına hakim. Brian Falkowski üflemeli çalgılarıyla tam anlamıyla serbest caz (Free jazz) takılıyor. Davul’da Malcolm McDuffie yer yer Bill Bruford tarzı caz davul ritimlerini kullanıyor. Keman; Chris Fyhr minimalist takılmış bütün parçalarda. Gentle Giant grubunu hatırlatıyor. Brett d'Anon bas gitarı ve gitar soloları ile geri de kalıyor gibi gözüküyor gözüme. Ancak ‘Aviator Prosco’ parçasında ki kısa gitar solosu Genesis’ten Steve Hackkett soloları kalitesinde.

Dört kişilik vokal grubu ise Magma’nın vokal grubunu hatırlattı.  Facebook’tan da takip ettiğim Megan Wheatley’in sesini hemen ayırtedebiliyorum aralarından.

Dinlemekten ayrı zevk aldığım yada favori parçalarım dediğim iki parça. ‘Aviator Prosco’ ve ‘Abominable Pelican’ parçaları. ‘Aviator Prosco’ senfonik yapısıyla, ‘Abominable Pelican’ ise ortasında ki Dan Britton’un oryantal tarzı klavye etkisi, beni bu parçaları tekrar tekrar dinlemeye sevketti.

Van Der Graaf Generator, King Crimson ve özellikle Magma grubunu seviyorsanız, Birds And Buildings tam size göre.

Son olarak, Dan Britton kendi müzikleri için bir plak şirketi de kurdu. Emkog. Emi gibi tamamen sermaye odaklı şirketleri kullanmıyor yaptığı müzikler için. Hem müzisyen olarak hem de Emkog’da daha fazla başarı elde etmesi tek temennim.


1. The Dumb Fish (3:18)
2. Horse-Shaped Cloud (4:33)
3. Miracle Pigeon (2:27)
4. East is Fort Orthodox (5:53)
5. Secret Crevice (5:50)
6. Tragic Penguin (7:08)
7. Catapult (10:09)
8. Aviator Prosco (10:14)
9. Abominable Pelican (14:00)
Süre :  63:32

- Dan Britton / Klavyeler, Gitar, Vokal
- Brian Falkowski / Saksafon, Flüt, Klarnet
- Chris Fyhr / Keman
- Brett d'Anon / Bas Gitar, Gitar, Vokal
- Malcolm McDuffie / Davul, Perküsyon

Vokaller;  Cliff Phelps, Chris West, Megan Wheatley, Miyuki Furukawa



5 Haziran 2016 Pazar

Pink Floyd - Animals 1977


“The Final Cut” ile birlikte Pink Floyd’un en sevdiğim  albüm, ‘Animals’ albümüdür.  Her iki albümde bana progresif rock’a daha yakınlaştığını gösterir. Pink Floyd’un klasikleşmiş olan müzikal yapısından uzaktırlar.

‘Animals’ albümü 1977’de piyasaya çıkar. Ancak içinde ki parçaların hepsi bir yıl öncesinde ‘Wish you were here’ konserlerinde çalınıp söylenmiştir.  Pink Floyd’un hemen hemen bütün parçaları ilk önce konserler de çalınıp, sonradan albüm haline getirilmiştir. ‘Animals’ albümü de aynı Pink Floyd geleneğidir.

Albüm Pink Floyd’un politik anlamda en keskin albümüdür. Diğer albümler de olduğu gibi soyutlamalardan giderek albüm yapmamışlardır. Bu albümde öyle bir gereksinmeye gerek duymamışlar, sokakta söylenen şeyleri, birebir yazmışlardır.

Roger Waters dünya üzerindeki insanları üç’e ayırır. Domuzlar, köpekler ve koyunlar.  Domuzlar; insanları maddi manevi herşeyiyle sömüren üst sınıf (dinler, krallar, yöneticiler), köpekler domuzların koruyucuları (ordular, polis) iken, geriye kalan büyük bir kısım ise koyun (Halk). Roger Waters dünya üzerindekiler için anlatıyor, bu bütün ülkeler için geçerli. Hatta günümüz için değil, dinlerin ortaya çıkışından beri bu böyle. Şimdinin Türkiye’sinin koyunları gibi. Ne demek istediğim açık.

‘Animals’ albümü belki de Pink Floyd’un kollektif müziğinin son albümüdür. Sonrasında Roger Waters ipleri tamamen eline alır. ‘The Wall’ ve ‘The Final Cut’ albümleri neredeyse tamamen Roger Waters eseridir. Son kollektif albüm olmasımıdır, bilemem ancak yukarıda da söylediğim gibi en iyi albümlerinden biridir benim için. Bir önceki ‘Wish you were here’ albümünün müzikal yapısını görebilirsiniz. Özellikle Roger Waters’ın bas gitarı ve David Gilmour’un kesik kesik gitar sololarını. Rick Wright’ın da Pink Floyd için son iyi çalışmasıdır. Roger Waters ayrıldktan sona geri dönüp, Pink Floyd grubunu devam ettirmiş olsa da, 70’lerde ki performansından uzaktır. ‘Sheep’ parçasında ki klavye ve Synth kullanımı başyapıtlıktır. Hatta bir önceki albümde ki ‘Shine On You Crazy Diamond II’ parçasında ki performansından daha iyidir.

Syd Barrett bir rock yıldızı değildir. Hiç bir zaman da olmadı. Progresif rock dünyasında da pek dikkate alınmaz. Syd Barrett, Pink Floyd grubunun yıldızıdır. Grup için kutup yıldızı gibidir. Pink Floyd’a yol gösterir.
‘Wish you were here’ albümü onun için yazılıp, albüm yapılmıştır. Hiç söylenmemiş olsa da. Roger Waters ve arkadaşları eski arkadaşını öyle bir halde görmüştür ki, ilk önce ‘Wish you were here’ albümünü dramatik bir şekilde hazırlamışlardır. Ama Roger Waters ilk önce ağlayıp, sonra da bu ağlamalarını nefrete dönüştürmüştür.

Roger Waters, Syd Barrett’ı belki de şöyle hatırlıyordu. Elinde gitarıyla bütün duvarların rengarenk boyalı olduğu bir oda’da şarkı bestelerken. ‘Wish you were here’ öncesi stüdyo kayıtlarında Syd Barrett’ı saçları dökülmüş, göbeği çıkmış bir 50 yaşlarında dam olarak görünce vicdanı nefretle dolmaya başladı.

Roger Waters, 1976 yılında da parça yazarken aklında olan Syd’in durumuydu. ‘Animals’ albümü Syd’i bu hale getiren sistem’e duyduğu nefretin tarifidir. Öyledir ki, ‘Dogs’ parçasında köpek havlamalarına kendisi de eşlik eder. Islık çalıp, köpekleri çağırır.

‘Sheep’ parçası en sevdiğim parçadır, albümde. Ritmik bas gitarı ve her birimizi anlatan sözleriyle ve de vokaliyle Roger Waters;  tam anlamıyla bir başyapıt ortaya çıkarmış.

Dünya’yı 3’ ayırmak ile kastettiği günümüz dünyası değildir. Din temelli toplumların başından beri böyle olduğunu, halk denen insan yığınlarının da nasıl koyun gibi tanrı’ya kurban edilmeyi beklediğini çok güzel anlatır. İncil’den bölümler alarak.

Tanrı (domuzlar) benim çobanımdır, çayır çayır gezdirir, besler beni.  Parlak bıçaklarla kurban olur halk (Koyunlar).

‘Pigs’ parçasının sonunda ki David Gilmour solosunu dinleyin. Bir önceki albümde ki gitar sololarını andırır. Ama bu kez dramatik değil, nefretle doludur.

‘Pigs’ parçasının solosu öncesi son mısraları günümüz Türkiye’sini hatırlatıyor mu, hatırlatıyor. AKP’nin Amerikan hayranlığı sonucu oluşan beyaz saray’a ak saray tavrına karşı verilecek en güzel cevaplar, bu dizelerde.

Hey you, white house (hey sen ak saray)

Ha ha charade you are (ne oyuncusun sen)

You houseproud town mouse (seni gidi evcimen şehir faresi)

Ha ha charade you are (ne oyuncusun sen)

You’re trying to keep our feelings off the street (Engellemeye çalışıyorsun tepkimizi sokağa dökmemiz için)

You’re nearly a real treat (Neredeye tam bir keyifsin sen )

All tight lips, and cold feet (Hep sıkı ağızlı ve korkak)

And do you feel abused ? (Kendini boka batmış mı hissediyorsun) (bu benim yorumum)
........
Mary, you are nearly a treat (Mary, neredeyse tam bir keyifsin sen)

‘Animals’ albümünü anlatan bir film var. Bir çiftlikte geçer. Domuzların, köpeklerin ve koyunlarınn olduğu bir çiftlik. Albümü bir de o filmi izlerken dinleyin.

- David Gilmour / Gitar, Ritim & Akustik (2), Bas gitar (3,4), Talkbox (3), Vokal(2)
- Richard Wright / Hammond Org, Piyano & Elektrik Piyano, Kavyinet, MiniMoog, Org (ARP string synth), Armonik Vokal (2)
- Roger Waters / Bas Gitar (2), Akustik (1) & Ritim (3,4) Gitar, Teyp Efektleri, vocoder, Armonik vokal, Vokal
- Nick Mason / Davul, Perküsyon, Teyp Efektleri

Konuk Müzisyen:
- Snowy White / Gitar solo (1)



3 Haziran 2016 Cuma

YES - Time And A Word 1970

Senfonik Progresif Rock

YES efsanesi 70’li yıllarda başladı, bunda hemfikiriz. Ancak YES grubu 70’li yılların öncesinde de vardı. YES 66 yılında, geçen yıl ölen bas gitarist Chris Squire ve 2014 yılında ölen gitarist Peter Banks tarafından kurulan bir beat müzik yapan grubunun devamıdır. Gruba ismini veren de ilk gitarist Peter Banks’tir. Tony Banks ile çok karıştırılır. Tony Banks piyano ve klavye çalar. Peter Banks ise gitaristtir. Gruptan ayrılana kadar, Steve Howe akustik ve klasik gitar doğaçlamalarını Peter Banks yapar.

‘Time And A Word’ albümünde gitar çalan Peter Banks’tir. Bir kaç yıl öncesinde tekrar yayınlana albüm kapağında Peter Banks yerine Steve Howe fotoğrafı vardır. Emi gibi bir oluşuma tekrar sinir olmak için başka bir sebep.
Sakalli olan Peter Banks
Ben karıştırmıştım yıllar önce. Tony Banks öldü diye haber yapmışlardı. Ben de yöneticisi olduğum fb sayfasında paylaşayım dedim. Meğerse ölen YES’in kurucularından Peter Banks’miş. Hemen gönderiyi kaldırdım. Peter Banks üzerine başka bir gönderi hazırlayıp, onu paylaştım. Hani benim gibi biri hatırlayamaz, unutabilir de, ama koca şirket gidipte yeniden basılan albüm kapağına Peter Banks yerine Steve Howe resmi koyarsa, ne denir. Cehalet mi, terbiyesizlik mi. Tercih sizin.


YES’i dinlemeye alışmam zor oldu. Ancak hatırladığım 2003 yılında bir kitap-müzik marketinde 1 liradan satılan cd’lere bakarken iki tane YES cd’sine denk gelmiştim. İsmini sadece duymuştum. Rock grubudur, dinlenir bu diyerek iki albüm cd’sini de aldım. Yanlarına da bir Miles Davis, bir Chopen, bir de çaykovski cd’si aldım. Eve dönüp dinlemeye başlayınca hepsini bir kenara bıraktım. Çaykovski’yi sadece rahatla dinleyebildim.

Şimdi Çaykovski dinlemiyorum. Sevmediğimden değil, O’na sıra gelmiyor. YES yada Miles Davis daha ön planda.

‘Time And A Word’ albümü ilk albümü gibi 60’ların beat-rock tarzı müziğinin üzerine yazılmış parçalar gibi duruyor. Ancak Chris Squire ve Bill Bruford bu tarzı çalmamakta ısrarlı. Bill Bruford’un caz ritimlerini kullanması, Chris Squire’ın parçanın herhangi bir yerinde zıplayarak bas çalması daha sonradan oluşacak YES’in müzikal yapısına yaklaştıran hareketler. Tony Kaye’in Org’unu da unutmamak gerek. Kendi döneminin akranlarından çok daha fazla enerjik ve saykodelik müziğin dışına çıkan temaları var. Yani, sonuç olarak albüm yine sıradışı parçaların olduğu  bir YES albümü.

Ara yapıp değinmek gerek. Orkestra düzenlemesi sanki daha sonradan eklenmiş gibi iğreti duruyor. Az biraz sırıtıyor. Ama bunu da YES’in müziğinin olgunlaşmaya başladığı dönemde bir deneysel proje olarak algılamak gerek.

Albüm içinde öne çıkan parçalar var. Dinledikten sonra tekrar rahatlıkla hatırlanabilinecek parçalar. İlki ‘Everydays’ parçası. Yaylılarla başlıyor parça. Bill Bruford ne kadar yetenekli bir davulcu olduğunu belli ediyor. Caz davul ritmi üzerinde Peter Banks’in bluesvari bir gitar solosu. Tabii ki Jon Anderson’un mükemmel vokalini unutmamak gerek.

‘The Prophet’ girişinde Tony Kaye org ile ve orkestra yardımıyla antik çağın ilahilerini yorumluyor sanki. Jon Anderson vokali her zaman olduğu gibi bu tarz parçalarda eksik yönleri kapatıyor. Jon Anderson vokali hatırına dinlenir.

‘Astral Traveller’ senfonik progresif rock örneğinin hakkını veriyor. Tony Kaye org’u ve Peter Banks’in ona melodik olarak eşlik etmesi, akılda kalmasına sebep oluyor. Sonra ki yıllarda da ‘Astral Traveller’ parçası YES’in klasik parçalarını çaldıkları konserlerde yer ediyor.  Tabii bu konserlerde Peter Banks yerine Steve Howe var.

Son olarak; albüme ismini veren ‘Time and a Word’ parçası. Jon Anderson bence albümü ve grubu tek başına götürüyor. Vokalde ki müziğin bütününe olan hakimiyeti YES hayranlarınca niçin çok önemsendiğini de bu parçada da görebilirsiniz. ‘Time and a Word’ parçası bana her zaman ‘Relayer’ ve ‘Going For The One’ albümlerini hatırlatıyor.

‘Time and a Word’ albümü bir başyapıt değildir. YES’in temel olarak kullandığı müzik türlerinin harmanlandığı güzel bir albümdür. Aynı zaman da Bill Bruford’un erken dönem davulculuğunu görmek isteyenler içinde güzel bir çalışma. Bill Bruford profesyonel olarak ilk YES grubunda çalmıştır. YES grubunda çalıpta boşta kalan müzisyen görmedim. Peter Banks YES’ten ayrılınca İngiliz progresif rock gruplarından Flesh grubunda çalmaya başlar.

1. No Opportunity Necessary, No Experience Needed (4:47)
2. Then (5:42)
3. Everydays (6:05)
4. Sweet Dreams (3:48)
5. The Prophet (6:32)
6. Clear Days (2:04)
7. Astral Traveller (5:50)
8. Time and a Word (4:31)
- John Anderson / Vokal, Perküsyon
- Peter Banks / Elektrik & Akustik Gitar, Vokal
- Tony Kaye / Piyano, Hammond Organ
- Chris Squire / Bas Vokal, Vokal
- Bill Bruford / Davul, Perküsyon

Konuk Müzisyenler:
- David Foster / Akustik Gitar (8), Vokal (4,11)
- Tony Cox / Orkestra Düzenlemeleri



2 Haziran 2016 Perşembe

Emerson, Lake & Palmer - Trilogy 1972

Senfonik Progresif Rock

Emerson, Lake & Palmer üçlüsü (ELP) YES ile birlikte klasik müziği progresif rock’a aktaran öne çıkmış iki gruptan birisi.

ELP, hem rönesans dönemi klasik müziklerinden, hem de modern zaman klasik müziklerinden bir çok eseri yorumlamıştır. Tabii bunda Keith Emerson’ın emeği en çok olandır. Keith Emerson, Rick Wakeman (YES) ile birlikte en iyi klavye ustalarından birisi.

1 Haziran 2016 Çarşamba

Van der Graaf Generator - H to He, Who Am the Only One 1970

Eklektik Progresif Rock

Van Der Graaf Generator, YES, King Crimson, Gentle Giant gibi klasik progresif diye adlandırılan dönemin en önemli gruplarının başında gelir. Progresif, Türkçe karşılığı olarak ilerici rock’ın tanımının oluşmasında en çok katkıda bulunanlardan birisidir, Van Der Graaf Generator grubu. O yüzden Van Der Graaf Generator gibi bir grubu dinlemeden, anlamadan progresif rock hakkında konuşmak, her zaman bana  abest ve komik gelmiştir.