Bu Blogda Ara

25 Eylül 2019 Çarşamba

Diagonal - Arc 2019




Grupla tanışmam 11 küsür yıl önce oldu. Çalıştığım yerden ayrılmak zorunda kalmıştım. Bütün gün uyuyup bütün gece de rockbarlarda takılıyordum. İşsiz kalınca elde internet de olmayınca internet cafe'ye gidip albüm indirip dinliyordum. Albümü sokaklarda yürürken dinleyip bitiriyor sonra yine bar'a gidip sabahlıyordum. Diagonal grubunu da yine bir gece takip ettiğim bloglardan birisinde buldum. Ancak bu kez bir kez değil üstüste 3-4 kez dinleyip sonra bar'a gitmiştim. Bir yıl sonra askere gittim, bir yıl sonra(2010) da geri döndüm. İkinci albümlerine baktım çıkmış mı diye çıkmamıştı. 2 yıl bekledim. 2012 yılında ikinci albümlerini çıkardılar. Aynı dönem grubun vokalisti ve tuşlu enstrümanların başında olan Alex Crispin'in solo çalışmalarını buldum. Baron adında bir grup kurmuştu. Başlarda kendi başına hallediyordu. Daha sonra Luke Foster O'na katıldı. Baron adlı grupla Alex Crispin 3-4 albüm çıkardı. Bir kaç yıl önce Alex Crispin bir de film müziği (Klaus Schulze esintili elektronik müzik albümü) hazırladı.

Bu yıl başlarında Diagonal Facebook sayfası aktif olmaya başladı. Kısa bir süre sonra yeni albümün müjdesini verdiler. Yanılmıyorsam şubat ayıydı. Grubun hayranları yorumlarda albümün ne zaman çıkacağını soruyorlardı. Cevap olarak mayıs sonu diyorlardı ancak bazı teknik nedenlerden dolayı dijital platformlarda Temmuz ayında albüm çıktı. Bu ayın 6'sında da plak olarak yayımlandı.

Diagonal grubu 2006 yılında biraraya geldi. 2008 yılında iki parçadan oluşan bir albüm yayımladılar. Aynı yıl ilk albümleri de yayımlandı. Ben de yukarıda söylediğim gibi ilk albümün çıktığı zamanlarda tanımıştım.

11 yıldır da ara ara girer bakarım grup neler yapıyor diye.

İlk albümlerindeki synth temelli kaotik atmosfer ikinci albümlerinde yerini biraz daha tempolu ve az kaotik bir atmosfere bırakmıştı.

Bu son albümleri iki albümünden de bir hayli farklı. Örneğin ikinci albümlerinde sadece bir parçada sözler vardı, geri kalanlar sözsüz. 'Arc' albümünde ise neredeyse bütün parçalarda sözler var.

En önemlisi de önceki albümlerde parçalar daha uzundu, albüm 4-5 parçadan oluşuyordu.

Bu albümde ise parçalar kısa tutulmuş, böylelikle ortaya 8 parça çıkmış.


Grubu facebook hesabından takip ediyordum. Bir temmuz sabahı paylaştıkları yeni albümden bir parçayı gördüm. Kendi bandcamp sitelerine değil de, spotify'e (doğru yazdım umarım) koymuşlardı. Telefonumda olmadığı için mecburen indirip parçayı dinledim. Aklıma ilk gelen elektrik gitar'ın (David Wileman) Can grubundan Michael Karoli'ni andırıyor oluşuydu. Aynı şekilde davul da (Luke Foster) Jaki Liebezeit'in tarzına benziyordu. Belki biraz daha caz olsaydı ve biraz da afrika davul ritimleri olsaydı, kesinlikle Can'ın izinden gidiyorlar diyebilirdim.

Daha sonra albümdeki diğer parçaları dinleme fırsatım olmadı. Bir kaç gün öncesine kadar yayınladıkları ilk parçadan dolayı (9-Green) aklımda hep Can grubunun albümlerinden birine benzer bir albüm çıkacak diye bir düşünceye sahip oldum. Albümü dinledikten sonra da düşüncem
bütünüyle değişti. İlk parça olan '9-Green' hakkında düşüncem değişmedi gerçeği, parça hakkındaki düşüncem hala aynı ama diğer parçaları dinledikten sonra Diagonal kendi müziğini kendi atmosferinde devam ettirmiş diyebildim.

Albümün en büyük artısı yada en büyük eksisi diye bir şey yok. Belki herhangi bir parçayı dinlerken neden çabuk bitti diye kızabilirsiniz. Sanırım grup da bunun farkında olarak bu şekilde,  parçaları kısa tutarak müziği tadında bıraktılar. Belki uzatsalardı herhangi bir enstrüman'ın solo çalınışıyla parçaları birbirlerine benzeyen 100'lerce gruptan biri olacaklardı.

Doğaçlamalardan uzak duran, gösterişsiz müzik yapmaya çalışan Diagonal üyeleri 'Stars Below' ve 'Celestia' gibi kısa parçaları uzatmayarak kendi müzik anlayışlarını ortaya koymuşlar.

2000 sonrası yeniden canlanmaya çalışan progresif rock grupları ve bu müziği yaymaya çalışan yeni gruplar bir süre sonra kendilerini tekrar etmeye hatta 70'lerin gruplarının müziklerinin bir nevi kopyasını yapmaya başladılar. Yaptıkları müzikde ne bir değişiklik vardı ne de dedikleri gibi ilericilik. Bazı gruplar ise hiç öyle iddialarla ortaya çıkmadılar. 70'ler atmosferini geri getirmeye çalıştılar. Bir süre sonra o tarz gruplara retro grupları denmeye başladı. Her iki türde kendi kendilerini tekrar etmekten başka bir şey yapamadılar. Son 10 küsür yıldır çok takip etmesem de gördüklerim bu tarz gruplar oldu. Bazı gruplar hariç. Wobbler, Birds and Buildgins, Tusmorke gibi gruplar hem eskiyi hem yeniyi bir araya getirebilmeyi çok iyi başardılar.

Diagonal grubu da onlardan bir tanesi, ancak bir farkla. Diagonal'ın kendi oluşturduğu kendine has bir müzikal atmosferi var. İlk iki albümde olan atmosfer 3. albümünde de devam ediyor. Bu albümde atmosferin derinliği çok daha iyi. Sanırım bunda piyano'nun ve synth'in ayrı kişiler tarafından kullanılmasının faydası var. Daha önce Alex Crispin hem piyano hem synth kullanıyordu. Ross Hossack'da synth ve Mellotron kullanıyordu. Bu albümde enstrümanları paylaşmışlar. Hossack sadece synth'in başında durmuş, Crispin ise tuşlular'ın başında.

Albüm benim için bu yılın en iyi albümü. Hatta albüm daha çıkmadan Nisan ayında grubun bir paylaşımına yorum atmıştım, 'Yılın en iyi albümü' diye.

Favorim?

Hepsi!

Belki son parça Celestia biraz daha ön plana çıkabilir benim için.


1. 9-Green (6.22)
2. Stars Below (2.46)
3. Citadel (8.02)
4. The Spectrum Explodes (4.32)
5. Warning Flare (6.13)
6. Arc (4.25)
7. The Vital (7.38)
8. Celestia (4.34)

Süre : 44.32

Alex Crispin / Vokal, Org, Elektrik Piyano, Yapımcı
Luke Foster / Davul, Perküsyon
David Wileman / Akustik & Elektrik Gitar
Ross Hossack / Synth (ses düzenleyici)
Nicholas Whittaker / Alto & Soprano Saksafon, Vokal
Daniel Pomlett / Bas Gitar

3 Eylül 2019 Salı

Osanna - Landscape of Life 1974


2000 bin yıl öncesinin seslerini albümüne yansıttığı 'Palepoli' albümünden 2 yıl sonra 4. albümü olan 'Landscape of Life' yapar. İlk iki albümündeki İngiliz gruplarını takip etme ve rock müziğe serbest caz(free jazz)'dan etkiler koymayı 3. albümlerinde terkederler. Bu albümle ise ilk iki albüm çizgilerine geri dönerler. Osanna müzik yaparken aynı zamanda müzik yapmayı da öğrenmeye devam eder. Önceki albümlerinde mellotron'u çok iyi adapte etmişlerdi kendi müziklerine burada ise gördüğüm şey synth kullanma ve müziklerinin içine sokmayı başarıyla üstesinden gelmişler.

Synth, özellikle başlangıçtaki flüt sonunda ise mellotron ile öyle güzel kullanılmış ki, 'Palepoli' albümü gibi sanki dinlerken farklı bir zaman dilimine gidiyorsunuz.

Osanna garip bir grup. Garip olması müziğinden kaynaklı değil. Müziğe bakışından kaynaklı ve sanıldığı gibi yada bilindiği gibi 'rock progressive italiano' türünden çok daha farklı albümlere sahip. Her ne kadar italyan gruplarını sayarken Osanna grubunu da saysamda, gerçekte Osanna'ya bakışım bu şekilde.


Osanna bu albümünden 4 yıl sonra bir albüm daha çıkartır sonrasında uzun bir sessizliğe gömülür. Geri dönüşü 20 küsür yıl sonradır. Bir süre yeni bir albüm için VDGG' saksafonisti David Jackson'la birlikte albüm yapıp konserler verirler.

Böyle bir bilgi paylaşmamın nedeni Osanna grubunun her ne kadar diğer İtalyan gruplarıyla benzerlik gösterse de aslında kendilerinin İngiliz tarzının caz haline gelmiş halleri gibidir. Osanna grubu konserlerinde yüzleri boyalı olarak çıkarlar çünkü Genesis'in müziğinden, Peter Gabriel'in sahnedeki davranışlarından etkilenmişlerdir. Albümlerinde saksafon ve flüt vardır ki, bunları kullanırken akdeniz ezgilerinden ziyade cazı kullanırlar. Osanna'yı ilk dinleyenleri şaşırtacak bir şekilde saksafon aniden müziğin ortasında girer. Öyle italyan klasik müziğinin, akdeniz melodileri ağırlık kazanmaz, Osanna albümlerinde.

Önceki albümlerde şablon kullanmayan Osanna aynı davranışını bu albümde de devam ettirir. Her bir parça bambaşka bir şekilde karşınıza çıkar. Melodik olduğu kadar, kaotiktir yaptıkları müzik.

Belki çok fazla Magma dinliyorum ondandır, albümde bazı parçalarda davul kullanımını Vander tarzına benzetiyorum. Özellikle saksafonun çoştuğu parçalarda davul durmak bilmiyor, ne hızlanan ne de yavaşlayan bir çizgide ilerliyor. Düzensiz bir şekilde devam ederken bir anda afrika kabilelerinin dini ayin ritimlerini duymaya başlıyorsunuz. Vander gibi mi, belki öyle belki değil. Şimdi tekrar dinlerken farkettim,  'Il Castello dell'es' parçasındaki davul kullanımı iki yıl önce yine bir başka Napoli'li grubun (Il Balletto di Bronzo) tarzına benziyor. Ki parça da aynı grubun o  albümü gibi avantgard atmosfere sahip. Demek ki Vander'e Magma'ya benzetmem boşuna değilmiş.

Grup hakkında fazlaca atıp tuttum belki, yazmaya heveslendiğimde aklıma gelenleri not almadığım için bir çoğunu çoktan unuttum. Deep Purple'dan bahsedecektim, Beggars Opera'dan hatta Uriah Heep'i de koyacaktım arasına, hep not almadığım için aklıma gelenlerin çoğu yok oldu.

'Landscape Of Life' albümü, Osanna'nın İngilizce konuşan ve dinleyen kitleye ulaşma çabasıydı, aynı PFM ve Banco'nun ingilizce albümler yaptıkları gibi. Seslerini duyaramadıkları için kendi ülkelerindeki kitleye kendi kitlelerine döndüler bir süre sonra. Osanna'da aynı duygularla hareket etti. Yaptıkları müzik mükemmeldi ama onları anlayacak kitle amerikan köylülerinden oluşuyordu. Bu durum bazı Amerikan gruplarının da başına gelen sorundu. Osanna'nın bu hayalkırıklığı yerini 4 yıl sonraki tamamen italyan kültürünün ürünü olan albümü yapmaya itti. 70'lerin son albümü oldu.

2000'lerde müziğe geri döndüklerinde yanlarında progresif rock'ın yaratıcılarından David Jackson'ı buldular. Birlikte güzel bir albüm yaptılar ve onlarca konser verdiler.

Osanna, Napoli'den çıkan bir grup. Napoliler kendilerini İtaliano olarak değil, Napolitano olarak tanımlar. İtalyanlığı kesinlikle kabul etmezler. Kendi şehirlerinde trafik tabelaları bile kendi dilindedir. Irkçılık yapmazlar asla, kuzeyliler gibi de değildirler. Az biraz da bize (Türklere) benzerler. Napoli çevresindeki bir çok şehir ve yerleşim yeri de Napoli deyince farklı bakar olaylara.

Napoli'den çıkan Osanna'da müziğe farklı bilmesini bilen bir grup.

1. Il Castello dell'es (8.55)
2. Landscape Of Life (6.00)
3. Two Boys (3.43)
4. Fog In My Mind (7.45)
5. Promised Land (1.32)
6. Fiume (4.05)
7. Somehow, Somewhere, Sometime (4.15)

Süre : 36.17

Lino Vairetti / Vokal, Elektrik Gitar, Akustik Gitar, 12 Telli Gitar, Mellotron, Org, Mızıka, Synth (ses düzenleyicisi)
Danito Rustici / Elektrik Gitar, 12 Telli Gitar, Org, Synth, Mellotron, Vokal (5)
Elio D'anna / Alto, Bariton ve Tenor Saksafon, Flüt, Elektrik Flüt
Lello Brandi / Bas Gitar
Massimo Guarino / Davul, Perküsyon, Tamborin

Konuklar
Corrado Rustici / Vokal & Akustik Gitar (5), 12 Telli Gitar (6)
Enzo Vallicelli / Perküsyon (4,5)

31 Ağustos 2019 Cumartesi

The Alan Parsons Project - I Robot 1977

                                     

 
Yazarken yoruldum. Adamlar ise 42 yıl önce bu kadar adamı biraya getirirken benim kadar yorulmuşlar mıdır bilmiyorum.

Yukarıda ki cümleleri yaklaşık bir hafta önce yazdım. Havaların sıcak olması, insanın içinde biriken keşkelerin çoğalmaya başlaması ve içeride koca bir uçurumun oluşmaya başlaması sonucu yarım bırakmıştım. Bu akşam da yazmaya hevesli değilim, yine de zorlayarak bitirmeye çalışacağım.

'I Robot' albümünü yazmayı istemem, 3 yıldır üyesi olduğum bilim kurgu grubu(facebook grubu)'nda paylaşılan bir yazı oldu. Yazı da Mustafa Kemal Atatürk'ün meclis'te okuduğu sonradan kitap haline gelen Nutuk'tan bir bölüm paylaşılmıştı. Atatürk, bilim kurgu yazının yaratıcılarından olan H. G. Wells'ten bahsediyordu.

Wells'in filmleştirilen 'Zaman Makinesi' hikayesinden etkilendiğim kadar başka bir şeyden  etkilendiğimi anımsamıyorum. O yüzden paylaşımı görünce yorum yazdım, H. G. Wells'in 'Zaman Makinesi' hikayesinden etkilenen rock grupları olduğunu belirttikten sonra en bilinenin de yine hikayede geçen Eloi adlı insan ırktan grup adını alan Alman progresif rock grubu Eloy'u söyledim. Benim yorumuma daha sonra bir kişi yorumda bulundu. Bilim kurgu kulubü'nde daha önce yayımlanmış Eloy hakkında bir yazı olduğunu yazdı. Ben de karşılık olarak bilim kurgu temalı albümler yapmış Banco, Tangerine Dream, Le Orme gibi gruplardan bahsettim. En sonunda aklıma The Alan Parsons Project grubunun 'I Robot' adlı albümü geldi. Yazan arkadaş yine bir başka yazıda Asimov kitaplarından etkilenerek albümler yapan grupların anlatıldığı bir başka yazı paylaştı. Sonuç, bir hafta önce karşılıklı yazışarak bilgi alışverişinde bulunmamdan sonra aynı duygu yoğunluğunu yakalayamadım. 


Alan Parsons'ı internet daha yeni çıktığında ortalıkta google bile yokken Pink Floyd'un 'Dark Side Of The Moon' albümünde adını aklıma kazımıştım. Ses mühendisi olarak albümde yer almıştı. Albüm ise atmosferi ve kaliteli ses düzeyiyle yıllar sonra bile tekrardan kayıtedilmedi yada mikslenmedi çünkü gereği de yoktu. Alan Parsons bu ilk kaliteli işinden bir kaç yıl sonra kendi grup projesi olduğunu açıkladığında bir çok müzisyen kendisiyle görüşüp albümde yer almak istediler. Aynı Terrence Malick 90'lı yıllarda savaş filmi çekeceğim dediğinde kapısında biriken Hollywood yıldızları gibi dönemin İngiliz müzisyenleri de Alan Parsons ile buluştular. Ortaya da kalabalık kadrolu albümler çıktı.

Alan Parsons ilk albümünde fransız edebiyatının önemli adlarından Edgar Allan Poe'yu işledi. Müzik de aynı Poe'nun hikayeleri gibi şiirseldi. İkinci albümünde yine bir edebiyatçının kitabını konu aldı. Bilim Kurgunun büyük adlarından olan Asimov'un 'I Robot' adlı kitabını albümün konusu yaptı. Filminden anımsayabildiğim kadarıyla bir robot kendi varlığının farkına varıyordu ve hikaye bunun etrafında dönüyordu. Filmin sonunda da kendi varlığının farkına varanın etrafında diğer robotlar toplanıyordu.

'I Robot' albümünün sonunda da bu konu 'Genesis Ch. 1 V. 32' olarak işleniyor.

Albüme katkı sağlayan adları gördüğümde ilk gözüme çarpanlar Camel grubuna 80'lerde katılan David Paton ile Cockney Rebel grubuyla o dönem efsane olmuş Steve Harley oldu. Steve Harley'in bestelediği bütün parçaları progresif olmasa da 'Death Trip', 'Sebastian' gibi parçalar progresif rock'ın da üzerinde olan art rock'a güzel örneklerdir.

'I Robot' albümü ilk albümdeki senfonik atmosfere göre daha zayıf bir atmosfer barındırıyor. Sanırım bunda (yani bana göre) Canterbury ekolünden yararlanılmış olmuş olmasıdır. Buna rağmen hikayenin albümde mükemmel biçimde anlatılması, verilen duygular yerli yerindedir. Albüm öncesi Asimov ile görüşüp albüm hakkında fikrinin alınmasının da bunda kesinlikle katkısı vardır.


Alan Parsons kendi adıyla kurduğu grup projesinin devamı albümlerini devam ettirdi. Yetmişlerde yaşayan efsanelerden biri oldu ve bunu günümüze kadar sürdürdü.

Ve efsane olmaya devam ediyor.

Hem bilim kurgu hem de progresif rock hayranı olarak 'I Robot' albümü aynı filmi kadar etkileyicidir benim için. Hoş bana bilim kurguyu sevdiren progresif rock grupları olmuştur. Bilim kurgudan etkilenip müzik, albümler yapanlar olduğu kadar, progresif rock'tan etkilenip bilim kurgu filmi yapanlar da vardır.

Yes'in albümlerinden ve albüm kapaklarının çizimlerini yapan Roger Deans'den etkilenip Avatar filmini yapan James Cameron gibi.

Bilim kurgu can'dır.

1. I Robot (6.06)
2. I Wouldn't Want To Be Like You (3.19)
3. Some Other Time (4.05)
4. Breakdown (3.50)
5. Don't Let It Show (4.21)
6. The Voice (5.21)
7. Nucleus (3.35)
8. Day After Day (Show Must Go On) (3.43)
9. Total Eclipse (3.05)
10. Genesis Ch. 1 V. 32 (3.37)

Süre : 41.02

Alan Parsons / Akustik Gitar (4), Klavyeler, Yapımcı, Efektler, Vokoder, Arka Vokal
Eric Woolfson / Klavyeler, Klavnet, Piyano, Org, Arka Vokal

Konuklar
David Paton / Bas Gitar, Akustik Gitar (3,10)
Ian Bairnson / Akustik Gitar(3,4,10), Elektrik Gitar, Arka Vokal
B. J. Cole / Çelik Gitar (8)
Duncan Mackay / Klavye (7,10), Synth (1,4) 
John Wallace / Trampet (5)

Vokaller / Hilary Western(1), Lenny Zakatek (2), Peter Straker (3), Allan Clarke (4), Dave Townsend (5), Steve Harley (6)

Arka Vokaller / Jack Harris (8), Smokey Parsons, Tony Rivers (3,10), John Perry (3,10), Stuart Calver (3,10)

Yeni Filormani Orkestrası (4,10)
İngiliz korosu (1,7,9) 

Bob Howes / Orkestra şefi (1,7,9,10)

Andrew Powell / Orkestra Şefi (1,3-6,9,10), Hammond Org (8)

8 Ağustos 2019 Perşembe

S. Ramses - Secret 1978


                                    

Çalıştığım işyerinde müşteri olmadığı zaman çalışanlar müzik açıyorlar. Hep aynı müzikleri tekrar tekrar dinliyorlar. Neyse ki akşamları çalışmadığım için fazla maruz kalmıyorum.

Geçenlerde işe giderken gençlerden biri denk geldi arabada konuştuk biraz. Sordu müzik dinler misin diye, ben de sadece progresif rock dinliyorum dedim. O da dün akşam rap konserine gittiğini söyledi. Sonra da işyerinde çalan müziklere sinir oluyorum dedi. Hep o Alessio denen çalıyor onları falan dedi. İşyerinde konuşmaya o da dahil oldu. Çaldığı müzik elektronik müzikmiş. Sordum Klaus Schulze'i duydun mu diye. Bilmiyor. Dedim daha Klaus'u bilmiyorsun nasıl elektronik müziği seviyorsun dedim. Sonra konuşma bitti.

Yeni nesil mi diyeyim, yeni gençler mi diyeyim, bilemedim. Normal de böyle söyleyip küçümsemem de. Yine de böylelerini görünce bazen kendimi tutamıyorum.

Yine bir kaç gün önce facebook'ta Magma grubunun fan grubuna biri yorum atmıştı. Son çıkan albümü beğenemedim gibilerinden bir şey yazmıştı. Girip profiline baktım. Son çıkan albümü ELP'nin 'Love Beach' albümüne benzetmişti. Çok merak ediyordum ben de beğenmedim diyen kişiyi. O dediğim yeni nesil de gereksiz bir özgüven var. Belki de internetin yüzündendir, gereksiz bilgi yığınının içinde kendilerini buldukları içindir. Öğrendikleri bir kaç şeyle her sözü söyleyebileceklerini düşünüyorlar sanırım.

Verdiğim iki örnekte günümüz müziğinin sadece tüketim amaçlı olduğuna bir nevi cevaptır. Biri sadece müzik şirketlerinin pazarladıklarını dinliyor, diğeri de zeuhl gibi bir tür yaratmış grubun albümünü anlamaya çalışacağına 'beğenmedim' diyerek kendini kandırıyor.

Müzik hayatımın önemli bir kısmında hep varoldu. Uzun bir süre sıkıntılarımı atabilmek için kullandım ve iyi de geliyordu. Progresif rock'la tanışmamdan bir süre sonra her yeni grupla tanışmamla müziğe bakışım değişmeye başladı. Artık sıkıntılarımı azaltmak yada yok etmek için yada kendimi farklı göstermek için değil, yeni zevkler edinmek için dinlemeye yöneldim. Dinlediğim her grup her albüm yeni zevkler edindirdi ama bakışımı değiştirmedi. Çok az bir grup müziğe bakışımı değiştirdi.

Bunlardan iki tanesi Magma ve Tangerine Dream'dir. Birbirleriyle müzikal anlamda alakası olmayan iki grup. Öyle kendilerine özgün müzik üretmişler ki ardından onlarca müzisyen ve gruplar onları takip etmiş.

Serge Lafosse Tangerine Dream'in izinden giden bir müzisyen. İlk albümünü kendisi yapar. S. Ramses adıyla çıkartır. Devam albümü olmaz. Bir yıl sonra bir gruba dahil olur 80 yıllarda elektronik müzikte varolmaya devam eder. 90'lardan sonra müzikten çekilir.

Geçen yıl toplu olarak albüm indirirken bulmuşum. Bir yıldır bilgisayarımda duruyor. Sadece bu albüm değil. Bunun gibi onlarca albüm var dinlemediğim. Bir kaç gün önce bu denk geldiği için dinlemeye başladım ve bilgisayardan 3 gündür sadece bu albümü dinliyorum.

S. Ramses adını verdiği bu ilk ve son çalışması, Tangerine Dream'in 1975 sonrası senfonik yapıya geçtikten sonrasını takip eden bir albüm. 'Strotosfer' albümünün ilk parçadaki etkisi dinlerken hissedilir. Sonrasında gelen 4'er dakikalık iki parçada da bu etki aynı şekilde devam ediyor.

Son parça, albüme adını veren 'Secret' de ise Tangerine Dream etkisi olduğu kadar Vangelis etkisi de var. Senfonik yapıya biraz daha minimalist bir şekilde yaklaşılmış. Parça başından sonuna dramatik bir atmosfere sahip.

Yukarıda belirttiğim müziğe bakışımı değiştiren gruplardan biri olan Tangerine Dream'i elektronik müziğin her yerinde arıyorum. Bulduklarımı da zevklerimin arasına ekliyorum.

Serge Lafosse'nin bu ilk ve tek albümü de bilgisayarımda ki tangerine dream klasöründe yerini aldı.

1. When The Birds Die Away (9.27)
2. Deuce (4.00)
3. Aoss (4.00)
4. Secret (15.31)

Serge Lafosse / Klavyeler, Synth(ses düzenleyicisi)

1 Ağustos 2019 Perşembe

Anyone's Daughter - Anyone's Daughter 1980


Anyone's Daughter grubu 1972'de ilk kurulduğunda kurucu üyeleri daha lise dönemindeydi. İlk albümlerine kadar da dönemin bir çok gruplarının parçalarını çalarak kendilerini geliştirdiler. Deep Purple parçalarını da belki daha çok ağırlık vermelerinden dolayı kurdukları grubun adını da bir Deep Purple parçasından aldılar. Yarı amatör olarak müzikten profesyonel müziğe geçişleri 1979 yılındaki albümleriyle oldu. Bir yıl sonra ikinci albümlerini çıkardılar. İlk albümlerinde 'Adonis' adında uzun bir parça yapmışlardı. Parça albümün yarısını kapsıyordu. İkinci albümlerinde daha çok kısa parçalara yer vererek albümü oluşturdular. Bir yıl sonrasında kendi dilleriyle yaptıkları albümde Herman Hesse'nin bir kitabını işlediler. 1'er yıl arayla iki albüm daha çıkardıktan sonra konser kayıtlarını albüm yapmaya yöneldiler. Grup 1986 yılında dağıldı. 2000'ler sonrasında devam ettilerse de 80'ler atmosferini yakalayamadılar.

Anyone's Daughter grubunu youtube'de 2010'da tesadüfen bulmuştum. Gruba adını veren 'Anyone's Daughter' parçasıyla ilk kez tanımıştım. Sonrasında diğer albümlerini teker teker bulup dinlemiştim.

O günden beri Wishbone Ash gibi canım sıkıldığında morale ihtiyacım olduğunda bir albüm açıp dinlemeye başlıyorum. 


'Adonis' adındaki ilk albümlerinde grubun adıyla parça yapmışlardı. Bir yıl sonra yaptıkları bu ikinci albümlerinde de albüme adını verdiler. Zamanında cover yaptıkları Deep Purple grubunun etkisi hem bir parçalarına hem de bir albümlerine yansıdı. Ancak ilk albümlerinde denedikleri uzun parça yazma denemelerini sonraki albümlerinde devam ettirmediler. Daha kısa parçalarla yetindiler. Örneğin 1984'den sonra çıkardıkları konser albümlerinde 'Adonis' parçasını koymadılar.

Grup hakkında genel bilgileri geçip albüme gelirsek; ilk albümdeki yaratıcılıktan çok daha iyi olduğunu bir albüm olduğunu söyleyebilirim. Albümün kısa parçalardan oluşması progresif rock'daki 'uzun parça daha iyidir' anlayışını değiştirir niteliktedir. Hemen hemen her parçasındaki yaratıcılık yani parçaların hiç bir grubun parçalarına benzemiyor oluşu kısa parçalarla da müzikte mükemmelliğin yakalanabilir olduğunu gösterir.



                                         


Anyone's Daughter grubu 1979'daki ilk albümleri öncesinde Deep Purple başta olmak üzere bir çok grubun parçalarını cover'lamıştır. Belki amatörce belki profesyonel olarak ama bu genç insanlar için rock (progresif) müziğinde öğrenilmesine yol açmıştır. Anyone's Daughter'ın her albümünde 70'leri 70'ler yapan bir çok rock grubunun izlerini görebilirsiniz.

Albümün en uzun parçası, 8 dakikalık  'Another Day Like Superman''dir. Parça Vangelis'in folkik ve dramatik tınılarına benzer bir şekilde açılır. Bluesvari folkik ezgilerle devam eder ve vurucu bölümü ondan sonra başlar. Uwe Karpa'nın gitar çalma tarzını Steve Howe, Steve Hackett, David Gilmour, Ritchie Blackmore, Andy Latimer gibi progresif rock'ın tanınan bir çok gitaristine benzetirim. Her albümde her parçada farklı bir şekilde gitar çalar. Bu parçada da Steve Hackett tarzı gitar çalar ve beni mest eder.

Anyone's Daughter grubu popüler yada rock yıldızı olmak için müzik yapmamıştır. Gençliklerinde dinledikleri müziği taklit ederek değil, yorumlayarak progresif rock'ın yerini tüketimciliğin aldığı yıllarda kendilerinin de zevk alacağı biçimde kendi müziklerini yapmışlardır. 7 yıl gibi kısa bir sürede 8-9 albüm yapmışlardır.

Albümün kısa parçalardan oluştuğuna fazlaca vurgu yaptım belki ama müzikal atmosfer ve kalite bakımından 70'lerin devamı niteliğindedir. Anyone's Daughter kendi dönemlerinde gelişen neoprog'a takılmayıp 70'lerin yaratıcılığını devam ettirmişlerdir. Sadece bu albümlerinde değil, bütün albümlerinde caz, klasik müzik, folk ve elektronik sesleri en mükemmel biçimde kullanmaya çalışmışlardır.

Anyone's Daughter 70'lerin kalitesini 80'lere taşıyıp devam ettiren ama müzikte herhangi bir iddiası olmadığı için müzik yapmayı bırakan bir gruptur. Gerçekten progresif rock'tan zevk alacağınız, özellikle 80'ler dönemi için bir Alman mucizesidir. 

1. Swedish Nights (4.54)
2. Thursday (3.59)
3. Sundance Of The Haute Provence (3.39)
4. Moria (3.52)
5. Enlightment (5.01)
6. Superman (3.56)
7. Another Day Like Superman (8.03)
8. Azimuth (1.27)
9. Between The Rooms (4.22)

Süre : 39.13

Uwe Karpa / Elektrik & Akustik Gitar
Harald Bareth / Vokal, Bas Gitar, Glockenspiel
Matthias Ulmer / Klavyeler, Piyano, Vokal
Kono Konopik / Davul


29 Temmuz 2019 Pazartesi

Birth Control - Backdoor Possibilities 1976


                                 

1960'ların sonunda çıkan progresif rock dönemin bir çok rock gruplarını etkiler. Black Sabbath, The Who, The Doors, Led Zeppelin gibi gruplar ilk aklıma gelenlerden. Daha sonraları bu tarz gruplar rock müziğin efsanelerinden olurlar. Bir çok progresif rock grubu unutulup, bilinmiyorken bu grupların yaptığı müzikler klasik olarak tanımlanır.

Progresif rock'a ilgi duyup dinlenmeye başladıktan bir süre sonra o klasik yada rock efsanelerinin yerlerini progresif rock grupları almaya başlar. Bir süre sonra da rock müziğin o kadar da şablon müziğe dayanmadığı görülmeye başlanır. Hemen hemen bütün progresif rock gruplarının belli dönemlerde değiştikleri görülür. Örneğin Deep Purple(bazıları prog demese de progtur), 70 öncesi yaptığı müzik ile 70 sonrası yaptığı müzik birbirlerinden çok farklıdır. Deep Purple dağılıp,  Rainbow grubunda grup üyelerinin bir kısmı müziğe devam ederken yine ortaya çıkan atmosfere farklıdır. Aynı şeyi Pink Floyd içinde söyleyebiliriz. Belli yıllar arasında müziklerinde ciddi değişiklikler yapmışlardır. Varolan ile yetinmemişler, hem kendilerini geliştirmişler hem de yaptıkları müziklerini.


1970 öncesi kurulan Birth Control grubu da klasikler yada efsaneler arasında gözükmüyor hatta adı bile bilinmiyor olsa da, merak edip dinleyenler için gerçek anlamda bir klasik rock grubudur. Birth Control grubu da bir çok progresif rock grubu gibi belli dönemlerde değişiklere gitmiş, diğer gruplar gibi müziklerini geliştirmişlerdir. Günümüzde rock gruplarının çoğu 70'lerin bir nevi ekmeğini yemekle meşguller.

Birth Control, ilk albümlerinde hard rock'a yakın dururlar. Mellotron kullanırken dahi müziğin atmosferi serttir. Aynı dönemde The Doors'un 'Light My Fire' parçasını da yine sert bir atmosferde yorumlarlar. Bir kaç albüm sonrasında grubun müziği değişmeye başlar. Albümlerin içinde artık caz ritimleri vardır. Gitar ve org soloları ilk dönemki gibi sert değil, caz ve blues ağırlık kazanır.

1976 yılındaki bu albümleri ile diğer albümlerinden farklı, bambaşka bir albümle ortaya çıkarlar. Albüm daha çok 1971-75 arası Yes-Genesis atmosferindedir. Cazı müziklerinde yine kullanmaya devam ederler ancak albümün atmosferi sert değildir, senfoniktir(seslerin birbiriyle uyumlu olması).

Rock döneminde, yani 60'larda ve 70'lerde bir isyanın tanımı (günümüzde heavy metal grupları bu işi üstlenmiştir) da olmuştur. Bütün rock tarihinin en politik grupları bu dönemde çıkmıştır. Pink Floyd'un yapmış olduğu sistem eleştirisinin bir benzeri günümüzde yoktur, yapılmamaktadır ama Pink Floyd taklidi yapan bir çok grup vardır. Birth Control grubu da, önceki albümlerini yazarken belirtmiştim, adını dönemin Papa'sının kürtaj hakkında ki açıklamalarına tepki olarak alırlar. İlk albümlerinden itibaren müziklerinde politik tavırlarını ortaya koyarlar ve sonraki albümlerinde de bu tavırlarını devam ettirirler. Pink Floyd'un 'Animals' albümü gibi sistem eleştirisi albümüne benzer 'Plastik People' albümleri hem sözler hem de müzikal atmosfer açısından mükemmel bir albümdür.

'Backdoor Possibilites' albümü de grubun yine politik tavrını devam ettirdiği bir albüm. Sistem ve toplum eleştirisini 'Plastic People' albümünde olduğu gibi devam ettirirler. Yukarıda belirttiğim üzere albümün müzikal atmosferi 70'lerin başı Yes-Genesis döneminin ve atmosferinin ortaya çıkartılması, grubun müziğinin bambaşka bir yere gittiğini gösterir.

Sert, ağır rock olarak adlandırılan Birth Control grubu bu albümüyle müzik yapmaya başlasalardı ve bu şekilde devam etselerdi, büyük ihtimal senfonik tür olarak adlandırılacaklardı.

Yes'in ve Genesis'in mükemmelliği ararken yakaladıkları mükemmel ötesi atmosferlere Birth Control grubu da bu albümüyle bir ekleme yapar. Ancak sadece tek bir albümle yetinirler. Sonraki albümlerde bu tarz atmosferde olan albümleri olmaz. Daha basit, daha anlaşılır, daha kolay dinlenilir albümlere yönelirler. Müziklerinde yine değişime açıktırlar ve kendilerini de değiştirirler ama dinleyici kitlesi de değişmiştir. Yine de popüler olacağız diye kendilerini satılığa çıkarmazlar.

75 sonrası bütünüyle art rock olarak adlandırılması gereken progresif rock yerine dinleyeciler bir süre sonra popüler kültüre yönelirler. Bir süre sonra da progresif rock ve grupları küçük topluluklara müzik yapmaya başlar. Birth Control de belki müziklerinin kitleye ulaşmasında sıkıntı yaşadıkları için bir çok grup gibi daha dinlenilir albümler yapmaya yönelirler. Bu durumu daha önce yaptıkları 'Buy' adlı parçada yaptıkları sistem eleştirisi varken yapmak zorunda kalırlar.

'Backdoor Posibilities' albümü benim için son Birth Control albümü. Bu albümden sonraki albümleri de severek dinlesem bile bu ve önceki albümlerinden aldığım zevki alamıyorum.

Son olarak ise Birth Control de bir çok progresif rock grubu gibi bilinmesi değil, klasik ve efsaneleşmiş rock gruplarından biri olması gerekiyor.

1. One First of April (7.41)
-  Prologue 2.32
-  Physical and mental short circuit 3.58
- Subterranean escape 1.11
2. Beedeepes (8.34)
- Film of Life 5.37
- Childhood Flash-back 0.52
- Legal Labyrinth 2.05
3. Futile Prayer (5.55)
4. La Cigüena de Zaragoza (8.17)
- The Farrockaway Ropedancer 4.28
- La moineau de Paris 2.24
- Cha cha d'amour 1.25
5. Behind Grey Walls (6.53)
6. No Time to Die (6.10)

Süre : 43.30

Bruno Frenzel / Elektrik & Akustik Gitar, Vokal
Zeus B. Held / Hammond Org, Elektrik Piyano, Moog, Arp Synth(ses düzenleyicisi), Grand Piyano, Alto Saksafon, Tubular Bells, Vokal
Peter Föller / Bas Gitar, Vokal
Bernd Noske / Davul, Perküsyon, Solo Vokal

Konuk
Michael / Perküsyon (4)

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Jean Michel Jarre - Equinoxe 1978



Jean Michel Jarre adını lise yıllarından beri bilirim. Daha yeni yeni müzik dinlemeye başladığım zamanlarda elime geçen her kaseti dinliyordum. Jean Michel Jarre adını da dinlediğim karışık kasetlerden birinde görmüştüm. Yıllardır da adının nasıl yazıldığını dahi iyi anımsarım.

Pink Floyd sayesinde öğrendiğim progresif rock gruplarını ilk dinlemeye başladığımda doğal olarak Pink Floyd benzeri grupları (Camel, Eloy, Novalis, Amon Düül II gibi) daha çok dinliyordum. Çok sonraları diğer türleri de dinlemeye başladım. Bu tarz değişiklerinden bir süre sonra da müziğe bakışım değişmeye başladı.

YES, VDGG, Grobchnitt gibi gruplar progresif rock'a bakışımın değişmesinde ilk aklıma gelen gruplardı. Bir süre sonra da Tangerine Dream ile tanıştım, daha önce de dinlemiştim bir çok albümünü ancak gerçek anlamıyla TD müziğiyle tanışmam bir kaç tür ile yetinmemeye başladığım zamanda oldu. Tangerine Dream'in müziği de aynı YES, VDGG, Pink Floyd gibi müziğe bakışımda büyük değişiklere yol açtı.

Hatta bloğumda en çok yazdığım Tangerine Dream grubudur.

Jean Michel Jarre'yi de yine Tangerine Dream dinlediğim zamanlarda tekrar dinlemiştim(hala da dinliyorum). Elektronik müzik dendiğinde aklıma ilk Tangerine Dream gelse de hatta elektronik müzik dendiğinde alman ekolünü tek geçiyor olsam da diğer ülkelerden çıkmış müzisyen ve albümlerini de dinleyip takip ediyorum yada hakkında bilgi ediniyorum. Örneği Kitaro, Vangelis gibi bütün dünya tarafından bilinenleri de seviyor olmama rağmen Tangerine Dream ve alman ekolü ile kıyaslayamıyorum bile.

Onlar çok farklı, Alman ekolü çok çok farklı.

Yakın zamanda yazdığım Anna Själv Tredje grubunu yazarken de dinlediğim albümünün Alman ekolünden olduğunu yazıda belirtmiştim. Demek istediğim elektronik müzikde genellikle progresif elektronik türünde kıstasım her zaman Tangerine Dream olmuştur yada diğer Alman müzisyen ve gruplardır. Aynı avantgard dendiği zaman akıllara Fransızların gelmesi gibi.

Beni elektronik müzikte şaşırtan tek kişi Jean Michel Jarre'nin yaratıcılığıdır. Diğer elektronik müzisyenleriyle karşılaştırılamayacak kadar kendine özgün bir yaratıcılığı vardır. Bu yaratıcılığı da Mike Oldfield'e benzetirim. Her ikisi de yaptıkları bir kalıba sokmadan bir çok müzik türünü kendi müziklerinin içine yerleştirirler. Jean Michel Jarre'de bu albümünde klasik müzik, avantgard gibi kendi ülkesinde fazlaca yapılan müzik türünü albümüne yerleştirmiştir.

Bir önceki 'Oxygene' albümüne göre albüm daha senfonik, daha ritmik ve daha deneyseldir. Deneysellikten anlatmak istediğim experimentallik değil, kendi müziğini geliştirmek için senfonik ve folk ezgilerini albümüne yansıtıyor. Bu haliyle de Tangerine Dream'in 1975 sonrası müzikal değişiminden sonra çıkardıkları albümlere benziyor. Ancak Tangerine Dream üyeleri gibi sentezciyi kullanarak sesleri üstüste bindirerek müzik yapmak yerine hem ritimleri hem de melodileri farklı şekilde kullanarak farklı bir yaratıclık sergiliyor.

O yüzden Jean Michel Jarre, elektronik müzikte beni en çok şaşırtan müzisyendir. Albümde sesler, ritimler ve melodiler o kadar değişken ki ne klasikleşmiş Alman ekolüne benziyor ne de folk ve klasik müzik ezgilerini kullanarak Vangelis'in yaptığı müziklere benziyor. İçinde yaşadığı dönemin gelişen elektronik müzik akımından etkilenmiştir burası kesin ama taklidini yapmayıp kendi müziğini oluşturmuştur. Eğer benzetecek olursak 'Oxygene' albümünü Klaus Schulze müziğine 'Equinoxe' albümünü de Tangerine Dream'e benzetebilirim.


'Oxygene' albümünde sentezleyicileri sesleri üstüste binecek şekilde albümü yapmıştı. Bu albümde ise diğer müzik türlerini de müziğine ekleyerek çok farklı bir atmosfer ortaya çıkardı. 

Jean Michel Jarre'nin iki albümü de daha sonra 80'lerde özellikle pop müziğini etkileyecektir. Aynı Tangerine Dream ve diğer elektronik müzik müzisyenleri ve grupları gibi. Jean Michel Jarre ise bu albümlerle yetinmeyecek günümüze kadar elektronik müziğin öncülerinden biri olacaktır. Hala da elektronik müzik denince akla gelen ilk isimlerden birisidir.

80'leri 90'ların ilk yarısını anımsayanlar Jarre'nin müziklerini bileceklerdir. Çünkü Jarre'nin müzikleri dönemin bir çok TV belgeselinde ve programlarında kullanılmıştır. Bu kadar bilinmesini sağlayan dönemin belgesel hazırlayan, TV programı yapan aydın kitlenin Jean Michel Jarre müziğini modern müzik diye kabul etmesidir.

1. Equinoxe (2.23)
2. Equinoxe (5.01)
3. Equinoxe (5.11)
4. Equinoxe (6.54)
5. Equinoxe (3.47)
6. Equinoxe (3.23)
7. Equinoxe (7.24)
8. Equinoxe (5.04)

Süre : 39.07

Jean Michel Jarre / Synth(ses düzenleyicisi), Org, Mellotron

14 Temmuz 2019 Pazar

Futuro Antico - Futuro Antico 1980


                                             
Aktuala,  1972 yılında İtalya'da çıkan çok kendine özgü bir grup. Müzikleri dönemin bir çok italyan progresif rock gruplarından çok farklı bir atmosferine sahip. Aktuala grubu Walter Maiaoli tarafından eşiyle birlikte kurulur. Bir kaç yıl sonra da albüm yapmaya başlarlar. Müziklerinde özellikle akdeniz, ortadoğu ve asya ezgilerinden beslenirler. Bu konuda krautrock grubu Popol Vuh ile tamamen olmasa da benzerlik gösterir. Her iki grupta avrupa'da doğru dürüst bilinmeyen kültürlerin müziklerini, ezgilerini rock müziğin içine koymuşlardır. Her iki grupta esinlendikleri ezgilerin ait olduğu kültürlerin geçmişleriyle ilgilenmişlerdir. Popol Vuh bilinme ve tanınma konusunda Aktuala grubuna göre biraz daha şanslı denilebilinir.

Walter Maioli, Aktuala grubu dağıldıktan bir süre sonra Riccardo Sinigaglia ile birlikte müzik yapmaya karar verir. 'Futuro Antico' adıyla bir albüm çıkarırlar bu aynı zamanda ikilinin kurduğu grubunda adı olur. Albüm yayımlandıktan sonra her ikisi de kendi müzikal kariyerlerine devam ederler. Belli aralıklarla tekrar bir araya gelerek yine albüm yapmaya devam ederler. Her ikisi de müzikal kariyerinde diğer sanat dallarıyla ilişkilidirler. Ridney Scott 'Gladyatör' filminde Walter Maioli'nin müziklerinden yararlanır. Aynı şekilde Riccardo Sinigaglia'da film müzikleri yapar.

Elektronik müzik, teknolojik enstrümanlarla yapılan genelde uzay seslerini bir nevi taklit eden müzik türü diye akla gelebilir. Ancak elektronik müzikte doğadaki sesler de taklit edilir. Bu seslere  hayvanlar ve insanlar da dahildir. Örneğin Edgar Froese 'Aqua' albümünde endonezya'ya yaptığı yolculukta ülkeden etkilenmiş ve doğada bolca bulunan ve yaşamın da kaynağı su üzerine albüm yapmıştır. Walter Maioli de Aktuala grubunu kurarken müziğin odağını bunu oturtmuştur.

Maioli Aktuala'yı; güncel anlamına gelen sözcüğü (ve aynı zamanda kavram olan) eski ile yeninin birleşimi olarak sunar. Riccardo Sinigaglia ile olan projesinde de bunu net olarak (antik gelecek) gösterir.

Progresif rock 60'ların sonunda ortaya çıkan bir müzik türü değil bir müzik anlayışıdır. 70'li yıllardaki yükselişi ve günümüzde de varlığını hala devam ettirmesi sadece yapılan müziğin mükemmelliğinden kaynaklı değil, dönemin müzisyenlerinin müzikal anlayışından, müziğe bakışından kaynaklıdır. O dönemin müzisyenleri dünyada var olan hemen hemen her şey ile ilgilenmişler, kimileri progresif rock'ın popüler olduğu 70'lerde tanınmaya çalışmışlarsa da 80 sonrası müziğin bir meta aracına dönüşmesiyle birlikte yaptıkları müzik art rock'a (sanat rock) dönüşmüştür. Kimisi de popüler olmaya çalışırken karşılarına çıkan tüketimciği görüp buna karşı tepki vermişlerdir. Pink Floyd'un 'Wish You Were Here' ile 'Animals' albümleri ilk akla gelen tepkisel albümlerdir.

Progresif elektronik rock ise günümüz progresif rock dinleyenlerinin nasıl diğer türler ile ayırım yapıp progresif rock'ı bir nevi kutsuyor ve öne çıkartıyorsa, ben de progresif elektronik rock ile diğer progresif rock anlayışlarıyla ayırım yapabiliyorum.

Çünkü elektronik müzik de diğer progresif rock'ın alt türleri müzisyenlerinin müzikal anlayışları bir hayli farklı. Aynı diğer rock türleri ile progresif rock anlayışının farklı olması gibi.

'Futuro Antico' 4 parçadan oluşan bir albüm. Albüm yukarıda belirttiğim gibi günümüz teknolojik enstrümanlarıyla eskinin seslerinin birleştirilmesinden oluşuyor. İlk parçada ('Ao – Ao') eskinin sesleri biraz daha hakim. Walter Maioli'nin ney'i kullanıyor oluşu eskinin daha baskın bir atmosferi olduğunu gösteriyor. İkinci parça da (Schirak) ilk parçanın izinden gidiyor gibi gözüküyor ama parçanın ikinci yarısında Anadolu sesleri duyulmaya başlıyor.

'Uata Aka', albümün en sevdiğim parçası. İlk iki parçadaki eskinin ağırlığı yerini elektronik sesler ve ritimler alıyor. Özellikle synth'in ritimleri ve moog'un kusursuz kullanışı ve flütün enfes üflenişi bende popol vuh-tangerine dream karışımı bir zevk hissettiriyor.

Son parça albümün ve Walter Maioli'nin müzikal anlayışını yansıtıyor. Orta asya'nın (günümüzde de eski geleneğimiz denilerek devam ettirilmeye çalışılan) gırtlak müziğini elektronik olarak seslerle birlikte duyabilirsiniz. (sadece müzikle ilgilenmeyip politika, felsefe, tarih ile ilgilendiğim için gırtlak müziğini tanımam zor olmadı)
Futuro Antico, başta da belirttiğim gibi italyan progresif rock'ının bilinmeyenleri arasında, müziğe ve dolayısıyla sanaya yön vermeye çalışan Walter Maioli'nin bir projesi.

Aktuala ile yapmaya çalıştığı müziğin, yani eski ile yeninin bütünleşmesini, bir nevi insanın ve toplumun geçmişten kopmayı engellemeye çalışması olarak yorumladım. Bunu 'Futuro Antico' albümünde de mükemmel bir şekilde ortaya koymuşlar.

1. Ao - Ao (11.01)
2. Schirak (7.39)
3. Uata Aka (10.28)
4. Futuro Antico (11.02)

Süre : 40.20

Walter Maioli / Ney, Flüt, Elektronik Efektler
Riccardo Sinigaglia / Org, Moog, Piyano, Synth(ses düzenleyicisi), Elektronik Efektler

11 Temmuz 2019 Perşembe

Pentwater - Pentwater 1977



Son Todd Rundgren'in Utopia grubundan sonra ne yazacağım hakkında bir fikrim yoktu. Dinleyecek bir şey de bulamadığım için aklıma eski bloğum geldi. Bloğu açıp adlarını unuttuğum gruplara bakmaya başladım. Gözüme ilk parçan Pentwater grubu çarptı. 1992 yılında çıkan albümünü dinleyip, bloğa link ile birlikte koymuşum ama grubun müziğini dahi anımsamıyordum. Daha sonra da sırayla yazarım albümlerini diyerek ilk albümünü arayıp bulup indirdim.

Karşıma ne çıktı dersiniz? Progresif rock'ın efsanelerinden olması gerekirken unutulup gitmiş bir grup çıktı.

Grup adını bir nehirden almış. Grup, bir grup kolej arkadaşlarının kendi aralarında 1970'lerin başlarında kurulmuş. 1976 yılında Starcastle ve Rush ile birlikte sahne almışlar. 1977 yılında da ilk albümlerini çıkarıp bir süre sonra da ortadan kaybolmuşlar. Mike Konopka, grubun liderliğini üstlenmiş. Gitar, vokal ve flüt haricinde albümde, grupda ve de sonraki yıllarda da keman da çalmış. Grup bilinmiyor olmasına rağmen 1992 yılında ikinci albümlerini, 2007 yılında da üçüncü albümlerini çıkarmışlar.

Neden efsanelerden biri olması gerekiyor dedim çünkü yaptıkları müzik tam olarak 1970-1972 yılları progresif rock'ın şaha kalktığı dönemlerinin birebir aynısı olduğu için. Özellikle o dönemin Yes, King Crimson, Genesis ve Gentle Giant gruplarının kalitesinde ve atmosferde ilk albümlerini yapmışlar. 1992 yılında çıkardıkları albümün de ilk albümlerinden aşağı kalır yanı yok.

5 kişilik grubun 4'ü vokallerde bulunuyor. İki elektrik gitar bazı parçalarda Wishbone Ash gibi bir arada aynı anda çalıyor. Ne dönemin amerikalıları gibi şöhret peşindeki gruplar gibi hareket ediyorlar ne de avrupa'daki bazı gruplar gibi progresif rock'ı şablonlar üzerine oturtup müzik yapıyorlar.

Albümdeki bütün parçalar birbirinden farklı biçimde bestelenmiş.

Öyle ki ikinci parçanın girişi Pink Floydvari bas gitarla açılır. Bir başka parçada YES'in 1969-71 yılları arasındaki atmosferi hakimdir. Yine bir başka parçada tam anlamıyla Gentle Giant tarzıdır. 
Albümün bütünü 1972 öncesi progresif rock anlayışıdır ancak albüm 1977 yılında çıkmıştır.

İki gündür ilk kez dinlediğim albümü sanırım bu 10. dinleyişim. Her dinleyişim de herhangi bir parçada yeni bir şeyler farkediyorum. Grubu daha önce dinlemiş olmama rağmen bu kadar güzel müzik yaptıklarını daha yeni görebiliyorum. O yüzden daha fazla uzun yazamayacağım çünkü albümü anlatabilecek sözcük bulamıyorum. Sanırım 1992 yılındaki albümlerini yazarken yazı bu kadar kısa olmayacak.

Rock efsanelerinden biri olması gerekir iken sadece bir avuç insanın biliyor olması da progresif rock'ın (art rock) ne kadar marjinal bir sanat anlayışına sahip olduğunu gösterir. Pentwater grubu da aynı bir çok progresif rock grubu gibi marjinal bir grup olarak kalır.

1. Am (2:46)
2. Living Room Displays (4:57)
3. Memo (4:09)
4. Orphan Girl (8:32)
5. Frustration Mass (3:36)
6. Palendrone (3:55)
7. War (5:04)
8. Gwen's Madrigal (4:00)

Süre : 36.59

Thomas Orsi / Perküsyon, Vokal
Ken Kappel / Klavyeler, Vokal
Mike Konopka / Gitar, Flüt, Keman, Vokal
Ron Le Saar / Bas Gitar, Elektrik Bas Gitar, Vokal
Ronnie Fuchs / Gitar, Obue

8 Temmuz 2019 Pazartesi

Utopia - Ra 1977


                          

Todd Rundgren, rock tarihinin efsanelerinden biri olması gerekirken müziğin ticarileşmeye başlaması sonucu bir çok rock efsanesi gibi unutulanlar arasına girdi. Sanatın, yaratıcılığın yerine günübirlik tüketilen şeyler popüler olması bir süre sonra sanatın da tüketilmesine başladı. 70'lerde olan progresif rock sanatı da çok geçmeden 10 yıl kadar sonra taklit edilerek benzerleri ortaya çıktı. Günümüzde tüketilmeye devam ediliyor, Todd Rundgren'de tüketilenlerden biri oldu.

Todd Rundgren, 15-16 yaşlarındayken müzikle ilgilenmeye başladı. 18 yaşında (1966) iken beat-soul müziği yapan bir grupta bulundu. Gruptan 1969 yılında ayrılınca kendi albümlerine yöneldi. 'Hello, It's Me' adlı bir hit parça yaptı.

Rock efsanelerinin unutulanlarından biri olsa da, hem eski hem de yeni hayranları Todd Rundgren adını yaşatmaya devam ediyorlar.


1973 yılında kendi albümlerini yapmaya devam ederken aklına bir düşünce gelir ve kendi liderliğinde dönemin amerikan rock müziğinden farklı, sıradışı bir proje grubu olarak Utopia'yı kurar. Daha ilk albümde o kadar sıradışı bir iş yapar ki, 30 dakikalık bir destan yazar. Destanlık olan 30 dakikalık parça Rush'ın 2112 parçasından daha yaratıcıdır.

Ancak Utopia'nın o parçası Rush'ın 2112'si kadar popüler olamadı.

Utopia projesinin ilk albümü başarılı olduktan sonra ikinci albüme sıra gelir. Ancak ilk albümdeki bas gitarist ayrılmıştır, onun yerine daha sonra bir efsaneye dönüşecek olan 20'li yaşların başında ki Kasım Sultan (daha sonra Blue Oyster Cult grubuna da katılmıştır) gruba katılır. Bir yıl önce de Steve Hillage'in (Gong, Mike Oldfield'le birlikte çalışmıştır) albümünde bas gitarı çalmıştır. İkinci albüm ilk albüme göre yaratıcılık temelinde biraz eksiklikleri olsa da Todd Rundgren yine bütün yaratıcılığını albüm boyunca konuşturur.

Todd Rundgren aslında başka türlü de rockseverler tanıyor. İlk albümü hakkında yazarken de belirtmiştim, tekrar anımsamakta yarar var. Aerosmith solisti Steven Tyler'ın kızı Liv Tyler'ın annesi Todd Rundgren'in eşiydi. Uzun yıllar Liv'in kendi kızı olduğunu sanarak yaşadı daha sonra Liv Tyler kendi biyolojik babasını tanıyınca durum ortaya çıkıyor ve Todd Rundgren eşinden boşanıyor. Aerosmith yada Steven Tyler çok tanınır hatta Liv Tyler konusu da bilinir ancak Todd Rundgren onlar kadar bilinmez.

Tüketimciliğin acımasızlığı.

'Ra' albümü 1977'de çıkar. İlk albümdeki gibi Todd Rundgren yaratıcılıkta yine sınır tanımaz. Bu kez 30 dakikalık parça yazmaz onun yerine 18 dakikalık daha eğlencelik parça yazar. Albümde 7 parça vardır. Parçalar birbirlerinden bağımsızdır, kimi parça da senfonik hava hakimken kimi parçalar da beat atmosferi hakimdir. Örneğin 'Hiroshima' adlı parçada hard rock ile senfonik atmosfer mükemmel bir şekilde bir araya getirilmiştir.


1977 yılında 'Ra' albümü çıktıktan sonra Utopia grubu konserlerinde eski mısır kıyafetleriyle sahneye çıkarlar. Hem kendilerini hem de dinleyiciyi müzikleriyle eğlendirirler. Albümdeki parçalar eğlence amaçlı olduğu kadar dinleyeni bambaşka yerlere de götürür. Bir bakarsın 1945 yılı Japonyasında bulursunuz kendinizi, sonra bir bakarsınız binlerce yıl öncesinin eski mısırında kendinizi bulunursunuz.

Todd Rundgren'in Utopia projesiyle sonraki yıllarda da albümler yapmaya devam eder. Kasım Sultan'da her albümünde Todd'un yanında olur. Hatta Todd'un kendi albümlerinde de var olmaya devam eder.

Yıllar sonra, 2018 yılında Kasım Sultan genç müzisyenlerle biraraya gelerek Utopia projesini biraraya getirmeye çalışır. Albüm çıkartmasalar bile konserler yaparlar.

Rock'ın gerçek efsanelerinden biri olan Todd Rundgren'in Utopia projesinin ikinci albümü 'Ra' dinlenmeye, bilinmeye ihtiyacı var.

1. Overture: Mountaintop and Sunrise/Communion With the Sun (7.15)
2. Magic Dragon Theatre (3.28)
3. Jealousy (4.43)
4. Eternal Love (4.51)
5. Sunburst Finish (7.38)
6. Hiroshima (7.16)
7. Singring and the Glass Guitar (An Electrified Fairytale) (18.24)

Süre : 53.35

Todd Rundgren / Solo vokal, Elektrik Gitar, Yapımcı
Roger Powell / Klavyeler, Synth (ses düzenleyici), Vokal
Kasım Sultan / Bas Gitar, Vokal
John Holdbrook / Davul, Perküsyon, Vokal

Konuk
John Holdbrook / sesler (7)

6 Temmuz 2019 Cumartesi

The Future Kings Of England - The Fat of Old Mother Orvis 2007


                                  


İnternetten albüm indirmeyi sanırım 2006-2007 yıllarında öğrendim. O zamanlar rapidshare denen site vardı, arama yaptığımda grubun ve albümün adını yazar, sonuna radipshare koyar arattırırdım. Karşıma çıkan sitelere girer linkleri bulur öyle albümü indirirdim. Aynı yıllarda blogspot'u keşfettim. Bir süre sonra da ben de kendime blogspot'tan bir sayfa açtım. Dinlediğim albümleri blog'a koyup, çalışan link arıyıp, etiketleyip paylaşıyordum. Müziği hem bloglardan ediniyor olmam hem de kendi blogumda paylaşmam benim için çok iyi oldu. O dönem istemediğim kadar müzik dinledim. Günlük 4-5 albümü geçiyordu. Aynı dönem facebook'un da çıkması sonucu, Facebook hesabı açıp müzik paylaşımını ve yeni müzikleri öğrenmeye oradan da devam ettim. Ancak bir kaç yıl sonra facebook'daki gereksiz tartışmalardan sıkılıp orayı kullanmayı bıraktım.

Blog'u kullanmaya ise hala devam ediyorum.

Eski blog'u giriş sayısı artsın diye başka bir blog'a yönlendirdim. Şuan ise müzik ve blog ile ilgili uğraştığım tek bu blog.

2006-2007'deler de blog'ları tanımaya başlayınca öğrendiğim ve dinlediğim çok grup oldu. The Future Kings of England grubunu da takip ettiğim bloglardan birisinde gördüm. 2007 yada 2008'in başlarıydı. Grubun albümünü o zamanlar o kadar çok dinliyordum ki uzun bir süre favori gruplarımdan biri olmuştu. Tabi yeni çıkan grupları dinlerken aynı zamanda 70'ler müziğini de dinleyip öğrenmeye çalışıyordum. Bir süre sonra da 70'ler prog'u hakim olmaya başladı.

2010'dan günümüze kadar 70'ler odaklı dinledim arada sırada yeni çıkan grupların albümlerini takip ediyorum ancak 10 yıl önceki kadar değil.

İngilizler gibi kısaltayım grubun adını, yazması da okuması da kolay olur. TFKOE, 2000'lerin başında kurulan 3 kişilik bir grup. İlk albümü (2 yıl önce yazmıştım) distopik bir geleceği anlatıyordu, grup adını da distopik bir geleceği anlattıkları parçadan alıyor.

O zamanlar yani 2007-2008 yıllarında grubu ilk dinlediğimde favorilerimden biri olmuştu ancak bir türlü ilk çıkan albümünü bulamıyordum. O yüzden uzun bir süre tek albümleriyle favori gruplarımdan biri olmuştu. Hala da öyledir. Çok sık dinlemiyorsam da aklıma geldiğinde oturup bir saat boyunca albümü dinleyip nostalji yaşayabiliyorum.

TFKOE, bu ikinci albümünü de konsept olarak yapar. İlk albümünde post-rock daha çok hakimdir. İlk dinlediğimde biraz şaşırmıştım çünkü TFHOE deyince aklıma bu albümün atmosferi gelir.

Albümü çok sevmemin ve grubun favorilerimden olmasının sanırım temel nedeni grubun yaptığı müziğin 70'leri günümüze taşımaya çalışmasıydı.

Öyle ki aradan 10 yıl geçtikten sonra albümü tekrardan dinlerken yine Pink Floyd gibi saykodelik rock'ın altın çağına damga vurmuş atmosferleri anımsarken bir yandan krautrock'ın öncülerinden  Amon Düül II, Ashra Tempel gibi grupları duyuyorsunuz. Musterd Men parçası albümdeki en sevdiğim parça ve yıllar sonra dinlerken bile Amon Düül II'yi, hatta T2 grubunun davul ritimlerini hissedebiliyorum.

TFKOE, 70'leri anımsattığı kadar günümüz post gruplarını (özellikle politik post rock grupları müziklerini) da anımsatıyor.  'Bartholomew's Merman' parçası hem hüzün verici ezgileri hem de isyankar atmosferiyle GYBE'yi bir hayli fazla andırıyor. Distopya konu edilince ister istemez hüzünlü bir atmosfer çıkması ve buna karşı isyankar bir atmosfer ortaya çıkması da gayet doğal.

Albümün ilk iki parçasındaki 70'ler atmosferi, sonrasındaki iki parçada günümüz isyankar post-rock atmosferine bırakıyor. Mandolin ve banjo ile Amon Düül II'yi tekrar anımsatıyor ama bir o kadar da günümüz atmosferi içinde devam ediyorlar. Parçanın sonlarında varolan Pink Floydvari acıklı gitar solosu ile 70'ler ile günümüz atmosferinin nasıl bir araya getirilebileceğini gösteriyorlar.

Albümün sonundaki 18 dakikalık uzun parça öncesi 2 dakikalık hüzünlü bir atmosferle sonu hazırlıyorlar.
'The Fate Of Old Mother Orvis' albümün kapanış parçası, hem de albümün adı. 18 dakikalık parçada eski saykodelik atmosferin yeni post-rock atmosferiyle buluşmasını görürsünüz.

Albümdeki bütün parçalar konsepte uygun bir şekilde çalındı, son parçada da bunun devamı getirildi.

10 küsür yıl önce facebook açıldığı zamanlar, facebook'ta gruplar açmıştım. Bu grup içinde açmıştım, ama daha fazla üyesi olan ve paylaşımları çokça olan saykodelik rock yeniden (türkçe değil ingilizce açmıştım) paylaşım grubu bu grubun sayesinde olmuştu. Bundan 4 yıl öncede tekrardan dinlemem üzerine saykodelik rock yeniden diye açtığım blog'a fazla dinlemiyor olmamdan dolayı adını değiştirip şuanki haline getirdim. Yani şuan içinde bulunduğunuz blog'un açılmasının nedeni TFKOE grubudur.

70'leri seven, günümüzün kaliteli gruplarını takip eden biri olarak, benim gibi düşünenleri de bu grubun özellikle bu albümünü dinlemesini tavsiye ederim.

1. Dunwich (6.20)
2. Mustard Men (7.12)
3. Bartholomew's Merman (5.04)
4. Children Of The Crown (9.12)
5. A Meeting At The Red Barn (2.23)
6. The Fate Of Old Mother Orvis (18.11)

Ian Fitch / Elektrik Gitar, Mandolin, Autoharp, Klisofon, Vokal
Steve Mann / Klavyeler, Yapımcı
Karl Mallett / Bas Gitar, Elektrik Gitar, Banjo, Autoharp, Klavyeler
Simon Green / Davul, Perküsyon, Kapak tasarımı

3 Temmuz 2019 Çarşamba

Alameda - Alameda 1979


                               

İki akşam önce Merkabah grubunun albümünü yazarken albümü 2-3 kez üst üste dinleyerek yazmıştım. Hatta yazıya başlamadan önce 1 saatlik albümü bir kez dinleyip yazmaya başlamıştım. Yazı bitince her zaman yaptığım gibi başka bir albüm bulup dinlemeye başladım. Şöyle aynı müzikal kaliteden daha önce bloğa'da yazdığım albümleri tekrar dinledim. Gözüme Triana ve Cai gruplarının albümleri çarpınca, telefonun google'ndan Andalus rock'ı aratıp, dinlemediğim grupları buldum. İlk gözüme çarpan ve hemen indirip dinlemeye başladığım Alameda grubu tam da istediğim albüm çıkarmıştı. Ve o geceyi müzik zevkinin dibini görerek 6. biradan sonra sızdım. 

Andalus rock'ı özellikle ispanyol rock severler tarafından çokça sahip çıkılıyor. Bizim ülkemizde ki anadolu rock'a sahip çıkıldığı kadar ispanyollarda sahip çıkıyorlar. Her iki türde diğer ülkeler tarafından pek bilinmiyor olmasına rağmen, merak edip öğrenmeye çalışıp hayranlar da oluyor. Örneğin 70'ler anadolu rock'ın bazı örnekler günümüzde tekrar basılıp çoğaltılıyor hatta başka popüler gruplar tarafından çalınıyor.

İsrail'li bir metal grubunun Erkin Koray'ın bir parçasını albümlerine koyması buna örnek olur.

Andalus rock (al andalus rock) her ne kadar 70'ler öncesine gidiyor olsa da, gerçek kimliğini 1975 sonrası çıkan gruplarla bulur. Bunda Triana grubunun 80 öncesi yaptığı 3 muhteşem albüm kanıtı niteliğindedir.

1975 öncesi İspanya'da rock yapan gruplar daha çok saykodelik rock temelli albümler çıkartıyorlar. İspanyol ezgileri gözüküyor olsa da, Triana'nın öncülük ettiği müzikal anlayışa benzer bir yapıları yok. Triana, Cai, Mezquita (şuana kadar dinleyip hayran kaldığım ama muhtemelen daha çok grupla tanışacağım benim için yeni gruplar olacak, Alameda gibi) gibi gruplar Andalus rock'ın günümüzde de hala varlığının devam etmesinin nedenidir.

Günümüzde de Andalus Rock'ı örnek alıp albüm çıkaran gruplar var. Ancak 1970'ler ve 1980'ler gibi değil. Yeni dönem hard rock yada metal müziğin içinde Andalus rock'ı devam ettirmeye çalışıyorlar. İspanyol, arap, akdeniz ezgileri gibi halk müzikleri olsa da yeni albümler de caz'ın, senfonik atmosferin yeri albümlerde tam olarak oturtulamıyor. O yüzden Andalus rock deyince özellikle progresif rock açısından 70'ler yaratıcılığı daha ağır basıyor.

Yine bir benzetme yapacağım Anadolu rock ile; Anadolu rock'da 70'ler de en iyisi yapıldı, günümüzde yapılanlar ise sadece taklit etmekten ibaret iken, ispanyolların durumu da bu açıdan çok farklı değil.

Alameda, 1977 yılında bir araya geldikten 2 yıl sonra ilk albümlerini çıkarırlar. Bu ilk albümlerinin çıkmasında yukarıda da bahsettiğim Triana grubunun üyelerinden, Maximo Morena'nın yardımı çok olur. Albümün çıktığı yıl Alameda grubu Maximo Moreanı'nın sayesinde aynı stüdyo'yı Triana grubuyla paylaşır.

Grubun Triana'nın izinden gitmeleri belki de birbirlerini bulmalarına yol açarak bir süre sonra aynı yeri, mekanı ve zamanı paylaşmayı da beraberinde getirdi.

Alameda, adını İspanya'da bir yerleşim yerinden alır. Yaptıkları ve dinlediğiniz (yada dinleyeceğiniz) müzik Triana'nın yapmaya çalıştığı ulusal halk müziğini ve geçmiş yılların İspanya'sına (kendi ulusal kültürlerine etki eden farklı kültürleri) etki eden kültürlerin müziğini dönemin ilerici rock anlayışıyla harmanlamasıdır.

Triana bunu radikal, devrimci, isyankar (ne derseniz deyin) bir şekilde Franco diktatörlüğü  döneminde yaptı. Takip edicisi olarak Alameda bu Andalus rock'ın temellerinden birini oluşturdu.

Andalus rock ve ispaynyol rock hakkında belki gereksiz konuştum ama bir şekilde bunları bilmem gerekiyordu.

Öğrendiklerimi, hafızama aldıklarımı bir şekilde yazıya geçirttim.

Eğer albüme gelirsek, Triana kadar müziği yönlendirici yanları belki yok çünkü yaptıkları müzik bir nevi Triana müziğinin devamı gibi duruyor. Ancak Triana'dan farklı olarak Alameda grubu caz'ı, özellikle latin caz'ı bütün parçalarının altına yerleştiriyorlar. Triana bunu flamenko ve arap, akdeniz halk ezgileriyle birlikte yapıyordu, Alameda parçaları caz'ın üzerine oturtmuş vaziyette bulunuyor. Üzerini ise melodik ve senfonik olarak kaplayarak, dinlerken asla sıkılmayacağınız yada kapatmaya yeltenmeyeceğiniz bir albüm çıkartıyorlar.

Alameda; Mezquita, Triana ve Cai'den sonra zevkten dört köşe olarak dinlediğim Andalus rock temsilcilerinden birisi çoktan oldu.

1. Aires De Alameda (4.20)
2. La Pila Del Patio (2.33)
3. Ojos de Triste Lianto (4.11)
4. Hacina El Alba (5.40)
5. Amanecer En El Puerto (6.36)
6. A la vera 'Jueves' (4.10)
7. Matices (6.19)

Süre : 33.49

Jose Roca / Gitar, Vokal
Manuel Rosa / Bas Gitar
Manuel Marinelli / Klavyeler
Rafael Marinelli / Klavyeler
Luis Moreno / Davul

Konuklar
Luis Cobo / Gitar (6)
Enrique Melchor / Gitar (2 & 3)

30 Haziran 2019 Pazar

Merkabah - Million Miles 2017


                         

2017'nin sonlarında yeni yıla girerken yılın en iyi albümleri diye yeni çıkan albümleri dinlemiştim. Önüme o kadar çok albüm çıkmıştı ki, bir çoğunu birilerini taklit ediyor olmalarından dolayı çoktan unuttum. O listeyi yapmadım ancak 2017'nin son ayında dinlediğim son albümleri yazmıştım. Albümlerin (beğenmediklerim de dahil) büyük çoğunu silmeyip, bilgisayarda biriktirmiştim. Bir süredir ne yazsam diye düşünürken dinlemeye çalıştığım albümlerin çoğunu sıkılmaya başladığım için yarı da kapatıyordum ancak dün bilgisayardaki albümlere bakarken dikkatimi çekti ve bir yıldan fazla bir süre sonra tekrar dinlemeye karar verdim. Sonuç olarak bir süredir müzikten sıkılmamın etkisi dün akşam itibariyle bitti.

Merkabah, Polonya'lı yeni gruplardan biri. Grup adını Ezekiel'in kitabındaki bölümlerden alıyor.

Eski yahudi (yada ibrani) tasavuffu olarak adlandırsa da tahminin Ezekiel kitabının bazı kimseler tarafından uzaylıların (!) varlığı ile ilişkilendirmesi sonucu grup böyle bir adı seçti. Yaptıkları müziğin saykodelik uzay rock olarak tanımlanması yada grubun kendini öyle tanımlıyor oluşuyla ilişki kurup Merkabah adını seçmiş olabilirler. Belki de Merkabah adını mitoloji ile ilişkilendirmişlerdir.

Grup yaptığı müziği saykodelik yada uzay rock adlandırıyor mu bilmiyorum ama progresif rock'ın en popüler sitelerinden progachives sitesi böyle tanımlamış. Bundan önce çıkardıkları iki albümde ağırlığı saykodelik atmosferde yapmış olabilirler, dinlemediğim için herhangi bir yorum yapamam ama bu çıkardıkları son albümde saykodelik atmosferden daha çok 70'ler avantgard, caz ve zeuhl etkisi daha çok hakim.

Saykodelik etkinin yada uzay rock'ın (space-rock yada kozmik rock) etkisinin yok olduğunu söylemiyorum ancak albümün genelinde öyle bir atmosfer gözükmüyor. Daha çok King Crimson, VDGG, Magma ve benim gerçekten sinirli olduğumda dinleyerek rahatladığım, ilk yıllarında Magma grubunun alt grubu olarak çıkan Etron Fou Le Loublan'ın avantgard etkileri daha çok. Belki de benim dinlemediğim yada dinleyip de gözümden kaçırdığım başka müzisyenlerden ve gruplardan etkilendiler.    


Merkabah, 4 kişiden oluşan bir grup. Grupta piyano yada klavyeler yok. Uzaylık yada uzayvari atmosferi oluşturabilmek için synth kullanılmış. Ritim gitar yok. Elektrik gitarları, saykodelik rock'ta çokça kullanılan şekilde bluesvari sololar için kullanılmıyor. Blues da ve bir çok progresif rock grubunun tercih ettiği elektrik gitar temelli bluesvari sololar yerine saksafonu tercih etmişler. Dinlerken de saykodelik rock'ı değil, caz ve avantgard müziği iliklerinizde hissediyorsunuz.

Merkabah, dinlenmesi zor bir müzik yaparken albüm olarak bunu kısa tutmamış. 70'lerde genel olarak LP'den dolayı 30-40 dakika arası yapılan albümler gibi değil. Albüm uzunluğu 1 saatten fazla uzun sürüyor. Albümün atmosferine alıştığınız takdirde 1 saat boyunca kaliteli müziğin zevkine varıyorsunuz.

Yazıyı yazarken twitter'da progarchives'in yeni albüm paylaşımlarından biri denk geldi.

Jordsjo yeni bir albüm çıkarmış.

Bir kaç aydır sabırsızlıkla beklediğim Diagonal de yakında bir albüm çıkartacak. Bu sene yeni çıkan  albümlerden zevk alacağım kesin.

Merkabah da bu yıl bu albüme benzer atmosfer de bir albüm çıkartırsa, 2019 muhteşem olabilir.

Son olarak Merkabah'ın bu albümü için söylediğim caz, avantgard etkisinde olduğunu görmezden gelir, synth'in yaratıcılığına odaklanırsanız, saykodelik rock'ı görebilirsiniz.

1. Solar Surfer (7.15)
2. A Letter Of Marque (4.27)
3. Zheng Zhilong (12.32)
4. The Lion's Throat (7.31)
5. Quaring Medan (9.19)
6. Pitchblende (7.44)
7. Glauccous Gardens (7.56)
8. Ex-İmperial (7.40)

Süre : 64.24

Gabriel Orlowski / Gitar, Synth (ses düzenleyicisi) (3,8), Lap Steel (4,6)
Aleksander Pawlowicz / Bas Gitar
Kuba Sokolski / Davul, Elektronikler (1,2,3,4,7)
Rafal Wawszkiewicz / Saksafon, Synth (6,7),  Lap Steel (3,4,8)

20 Haziran 2019 Perşembe

Cherry Five - Cherry Five 1975


                              

Claudio Simonetti, İtalyan progresif rock'ının efsanelerinden olan Goblin'in atmosferini kullandığı klavyeler ve synth ile yaratan kişi. Goblin grubu kurulmadan önce Simonetti'nin bir başka grubu daha var. Bu önceki grupta çalan iki kişi yine Goblin grubunun müzisyenlerinden olacaktır.

Cherry Five, 1973 yılında kurulduğunda adı Oliver idir. 1975 yılına geldiklerinde yaptıkları bu ilk albümün adı, gruplarının da adı olarak akıllarda kalır. Aynı yıl Simonetti, Massimo Morente (elektrik gitar) ve Fabio Pignatelli (Bas gitar) Dario Argento'nun teklifi üzerine film müziklerine yönelirler. Ortaya da Goblin efsanesi çıkar.

Goblin öncesi Cherry Five grubunun esinlendiği bir çok italyan progresif rock grubunda olduğu gibi İngiltere başı çeker. Grup özellikle senfonik atmosferde albümler yapan YES, Genesis, ELP gibi gruplardan esinlenir. Doğaldır ki bu ilk albümlerinde de klasik müzikten bölümler bolca bulunur. Klasik müzikten bölümler, esinlenmeler olduğu kadar caz esintileri, pasajları da fazlasıyla mevcuttur.

Goblin grubu genel olarak albümlerinde (bir kaç parçasında vokal bulundurmuşlardır ancak genel olarak vokalleri yoktur) vokal bulundurmaz, Cherry Five (Oliver) grubu ise sadece vokallik yapan bir kişiyi bünyesinde barındırır. Şarkı sözleri de ingilizce olduğu için albümü dinleyen kişilerde hem vokalin ingilizce söylemesi hem de yoğun bir YES, Genesis, ELP etkisi nedeniyle klasik italyan progresif rock'ından bir hayli uzak gözükür. 

'Country Grave Yard', yukarıda da bahsettiğim 3 grubun (yes, genesis, elp) etkisinin olduğu buna ilaveten PFM etkisininde gözüktüğü parça. Özellikle vokalin parçayı seslendirme biçimi Franco Mussida'yı anımsattırıyor.

'The Pictures Of Dorian Gray' parçası da açılışında ki akustik havasıyla PFM'yi anımsattığı kadar Banco'yu da anımsatıyor. Belki de benzerlik akdeniz ezgilerinden kaynaklıdır. Akustik atmosferden sonra yine YES'in, Genesis'in ortaya çıkardığı senfonik atmosferden parça devam ediyor. Özellikle 1972 öncesi YES ve Genesis albümlerini sevenlerin şaşıracağı kesin.

İki bölümden oluşan 'The Swan is a Murderer' parçasının ilk bölümü YES'in 'Fragile' albümündeki kısa parçaları anımsatıyor. Kısa nakaratlı bölümden sonra Simonetti synth ile senfonik atmosferi bir anlığına değiştiriyor. İkinci bölüm ise ilk bölümün üzerinden devam ediyor. Ancak vokalle birlikte grup öyle bir atmosfer yaratıyorlar ki, albümün genelinde hakim olan YES'in 'The Yes Album'ü akla getiriyor.

Grubun gerçek adı olan Oliver adlı parça. Yine YES, Genesis etkisi olduğu kadar bu kez müzikal atmosfer biraz sert. Heavy prog'a yakın duran atmosfer klasik ve caz'ın etkisiyle karşınıza Gentle Giant atmosferi çıkartıyor.

Kapanış parçası 'My Little Cloud Land', ilk 5 parçadaki YES esinlenmelerinden çok Genesis esinlenmesinden ortaya çıkıyor. Bu kez vokal ilk parçadaki gibi Mussida benzeri yada diğer parçalardaki gibi Jon Anderson benzeri değil, Peter Gabriel tarzında parçayı söylüyor. Parçanın kendisi de neredeyse Genesis atmosferiyle birebir aynı olmasına rağmen farklılık yaratan tek kişi, klavyelerin başında duran Claudio Simonetti. Kullandığı klavyeler ve synth ile albümü esinlendiklerinden farklı olarak ortaya çıkartabiliyor.

Bu durum daha sonra Goblin'in atmosferinde de geçerli olacaktır.

Cherry Five yada Oliver, bu ilk albümlerinde özellikle İngiliz tarzı dönemin prog atmosferini kullandılar. Bu sadece bu albüme özgü olan bir durum değil. Grubun virtiözleri Simonetti, Morante ve Pignatelli aynı yıl kurdukları Goblin grubunda da benzerlikler göstereceklerdir. 'Roller' albümünde Camel, Caravan benzeri senfonik bir parça yazmışlardır. 1975 ile 1985 arasında çıkardıkları bir çok albümde dönemin progresif rock gruplarından ve müzisyenlerinden esinlenerek film müzikleri yapmışlardır. Kimi zaman David Gilmour tarzı gitar sololar varken kimi zaman da Al Di Meola tarzı caz-rock yapmışlardır.

Goblin öncesi grup müzisyenlerinin neler dinlediğini hatta neler yaptığını görmek, bilmek için Cherry Five (Oliver) albümü iyi gelecektir.

Bir kaç yıl önce Goblin grubuna katılmayıp başka gruplarda müzik hayatına devam eden vokal ve davulcu yeniden bir albüm çıkardılar.

1. Country Grave Yard (8.18)
2. The Pictures Of Dorian Gray (8.28)
3. The Swan is a Murderer Part 1 (3.53)
4. The Swan is a Murderer Part 2 (5.07)
5. Oliver (9.30)
6. My Little Cloud Land (7.43)

Süre : 43.19

Tony Tartarini / Vokal
Claudio Simonetti / Klavyeler, Hammond, Synth (ses düzenleyicisi), Besteci
Massimo Morante / Elektrik Gitar, Besteci  *
Fabio Pignatelli / Bas Gitar, Akustik Gitar *
Carlo Bordini / Davul, Perküsyon 

8 Haziran 2019 Cumartesi

Agitation Free - Malesch 1972



Bir ara Tangerine Dream grubuna girip çıkmış olan müzisyenlere bakarken Michael Hoenig denk gelmişti. Albümünden (bloga da yazmıştım) çokça keyif almıştım. Daha sonra da yeni bir müzisyen öğrendiğim için de kendimi kısmen şanslı hissetmiştim.

Progresif rock ile tanışmam bir çok kişi de olduğu gibi Pink Floyd sayesinde oldu. Progresif rock diye bir türün varlığını öğrendikten kısa bir süre sonra sanırım saykodelik yapısından dolayı, o dönem yani 2005-2007 arası, en çok dinlediğim tarz, ekol yada tür; 1970'ler Almanyasının Krautrock'ı oldu. Başı çekenler Eloy, Guru Guru, Birth Control, Neu!, Jane, Ashra Tempel, Can, Grobschnitt gibi gruplardı, hatta Amon Düül II grubuna en az Pink Floyd kadar hayrandım.

Kısaca progresif rock'ı krautrock ve grupları sayesinde tanımış oldum diyebilirim. Onun içi krautrock'ın bende yeri çok farklıdır.

Agitation Free grubunu da o zamanlar dinlemiştim. Az albümü olması yada başka bir nedenden dolayı da olabilir, pek üzerinde durmamışım sanırım, meğerse grubun bir çok üyesini tanıyormuşum. Michael Hoenig'i Tangerine Dream grubuna bir süre katılmasından dolayı öğrenmiştim. 1970'de kurulduktan 1 yıl sonra grubun gitaristi Guru Guru (grup şuanda kuruluşunun 50. yılı adına konserler düzenliyor) grubuna geçiyor, 1972'de ise davulcu Chris Franke de Tangerine Dream grubuna geçiş yapıyor ki, Tangerine Dream efsanesinin oluşmasında Edgar Froese'den sonra en çok emeği geçen kişiydi.

Gruba, daha doğrusu albüme konuk olarak katılan, özellikle krautrock atmosferinin oluşmasına Hammond ile destek veren Peter Michael Hamel ise yine elektronik müziğin Alman ekolü dinlenilirken kesinlikle karşınıza çıkan bir isim.

Grup 'Malesh' albümünü yaparken, akdeniz turunda gezip gördükleri Yunan, Kıbrıs ve Mısır'dan etkilenirler. Bu etkilenmeyi de dönemin bir çok Alman grubu gibi müziklerine yansıtırlar. O yüzden albümü dinlerken doğu akdeniz seslerini görmeniz mümkün.

Giriş parçası 'You Play For Us Today', hard rock'da çok kullanılan basit gitar riffleri yerine oryantal dans ritimlerini kullanmışlar. Aynı şekilde hammond org da arap ezgilerini bas gitarın üzerine yerleştirmiş, davul ritimleri ise Amon Düül II ve Pink Floyd benzeri saykodelik rock'ı anımsattırıyor. Gitar solosu ise bilindik blues solosu yerine yine arap ezgileri tercih edilmiş.Sonuç olarak arap-oryantal dans müziği nasıl rock'da nasıl yaratıcı olarak kullanılır sorusunun cevabına yaratıcı bir cevap çıkmış.

'Sahara City' arapça konuşmalarla başlar. Herhangi bir şablon üzerine oturtulmayan parça, deneysel haliyle Pink Floyd'un ilk dönemi ile Amon Düül II'i akla getirir.

Devam parçası 'Ala Tul' albümde tekrar tekrar dinlediğim tek parça. Elektronik seslerle açılan parça, kısa kısa org sololarıyla saykodelik etkisini bünyeye enjekte eder. Bas gitar ve davulun sürekli birbirini tekrarlayan ritimleri saykodelik etkiyi daha da derinleştirir. 5 dakika gibi kısa bir süreye değil de, Amon Düül II'de olduğu gibi doğaçlamaya kalkıp 15-20 dakika gibi sürelere çıkarsalardı kesinlikle krautrock denince akla gelen ilk parçalardan olurdu.

'Pulse' bir önceki parçadaki saykodelik etkiyi bir anda yok ediyor. Daha az tekrarlanan ritimler bu kez Pink Floyd'un 'Ummagumma' albümündeki deneyselliğe dönüyor. Parçanın sonlarına doğru saykodelik etki funk ile tekrar kendini hissettirse de, etkisi uzun sürmüyor.

'Khan El Khalili', 'Pulse' parçasında ki 'Ummagumma' etkisini devam ettiriyor. Bir süre sonra da blues etkisini kendisini göstermeye başlıyor. Buradaki gitar bana Ange grubunun 'Hymne a la vie' adlı parçasını hatırlatıyor. Ange de akustik atmosferde blues etkisiyle buna benzer bir parça yazmıştı bir kaç yıl sonra.

Albüme adını veren 'Malesch' adlı parça da arap ezgileriyle başlıyor. Bu kez deneysellik senfonik bir hal alıyor. Gitar solosu yine blues solosu olsa da bas ve davul ile senfonik atmosfer daha baskın oluyor.

Albüm 'Rücksturz' ile senfonik atmosfer altında kısa ve etkileyici bir gitar solosuyla son buluyor.

Agitation Free grubunun bu ilk albümü bir çok 'en iyi albümler' diye yapılan krautrock listelerinin bir çoğunda yer almaktadır. Bu tarz listelere eğer her gruptan bir albüm alınsaydı, benim içinde krautrock'ın en iyiler (en iyi 20 albüm gibi) arasında yer bulurdu. Buna rağmen her krautrock dinlemeye çalışan yada dinleyen kişilerin kesinlikle bilmesi gereken bir albüm. 

1. You Play For Us Today (6.08)
2. Sahara City (7.42)
3. Ala Tul (4.50)
4. Pulse (4.43)
5. Khan El Khalili (8.10)
6. Malesch (8.10)
7. Rücksturz (2.09)

Süre : 41.52

Jörg Schwenke / Elektrik Gitar
Lutz Ulbrich / Elektrik Gitar, 12 Telli Gitar, Zither(Kanun benzeri alman çalgısı), Hammond
Michael Hoenig / Synth (ses düzenleyicisi), Çelik Gitar,
Michael Günther / Bas Gitar
Burghard Rausch / Davul, Perküsyon, Marimba, Vokal

Konuklar
Peter Michael Hamel / Hammond
Uli Pop / Bongo (1)