Bu Blogda Ara

30 Aralık 2017 Cumartesi

Agusa - Agusa 2017


                    


Bu yılın son 24 saatine az kaldı. Bu ayki yazılara yeni çıkan albümleri koydum. Bu son yazımda yine son çıkan albümlerden bir tanesi oldu. Hatta bu yazdığım albümler ile son ay dinlediğim, benim için öne çıkan albümlerin bir listesini de yaptım. 25 yada 30 albüm oldu. İlk 5'e kadar olan sıralamalarda pek zorluk yaşamadım ama ilk 5 bir hayli zorladı.

26 Aralık 2017 Salı

L'Albero Del Veleno - Tale Of A Dark Fate 2017


                           

Son bir aydır yeni albümleri dinlemekten eski klasik albümleri dinlemeyi neredeyse unutmuştum. O yüzden L'albero Del Veleno ilaç gibi geldi. Yakın zamanda çıkardıkları bu ikinci albüm dinlerken 70'lerin müziğini aramaz oldum.

21 Aralık 2017 Perşembe

Hallas - Excerpts From A Future Past 2017


                       

Bu yılın son ayını yeni albümler dinlemeye ayırmıştım. Son 3 haftadır da yeni çıkan albümleri dinlemeye devam ettim. Sonuç olarak sayısını anımsayamadığım kadar albüm dinledim yahut sadece müziğine şöyle bir bakıp vazgeçtim. Onca dinlememe rağmen elime geçen çok da iyi albümler olmadı.

18 Aralık 2017 Pazartesi

Godspeed You! Black Emperor - Luciferian Towers 2017


                          

Post rock, progresif rock türlerinin arasında en az dinlediklerimden. Hatta post rock'ı, prog metal gibi progresif rock saymayan kişilerden biriyim. Tabi bu post rock'ı sevmeyip nefret ediyorum anlamında değil. Sevmeme ve dinlememe sebeplerimden birisini geçen yıl bir albüm yazısında belirtmiştim, ancak hangisi olduğunu anımsamıyorum. Tekrar belirtmekte yarar var sanırım.

14 Aralık 2017 Perşembe

Monkey Diet - Inner Gobi 2017


                           

Yılın en iyi albümlerini arayıp, liste yapmaya kalkışınca İtalyanları pas mı geçilir. İsterseniz pas geçin ama bir şekilde onlar kendilerini gösterir ve pas geçtiğinize de pişman eder.

12 Aralık 2017 Salı

Melange - Viento Bravo 2017


                            

Yılın son ayını son çıkan albümlere ayırmaya çalışırken; güzel müzik ve albümler olsun diye, önüme çıkan bütün en iyi listelerine baktım, bakmaya da devam ediyorum. Şimdiye kadar 100'ün üzerinde albüme bakmama rağmen çoğunluğu ana akım neoprog ve progmetal'e dayandığı için, müzikal atmosferine baktıktan sonra direkt pas geçiyorum.

8 Aralık 2017 Cuma

Wobbler - From Silence To Some where 2017


                        

Bir hafta kadar önce aklıma bu yılın en iyi albümlerini yazmak gelmişti. Zaten aklımda olan Eloy'un son albümünü de bu yüzden yazmıştım. Devam olarak da dinlemeye başladığım günden beri zevkten dört köşe olduğum Wobbler'in son albümünü yazayım dedim.

4 Aralık 2017 Pazartesi

Eloy - The Vision, The Sword And The Pyre - Part I 2017



Bir önceki yazımda Nektar'ın ilk albümünü yazarken konsept albüm yapan gruplardan örnek vermiştim. Bir tanesi de Eloy'du. Yazıyı bitirip Eloy'un son albümünü bulup dinlemeye başlamıştım. Bir ay önce ilk dinlediğimde pek ilgimi çekmeyen albüm, beni kendisine neredeyse bağımlı yaptı.

30 Kasım 2017 Perşembe

Nektar - Journey To The Centre Of The Eye 1971


                           

Progresif rock'ı tanımlarken yada anlatırken en çok örnek verilen öğelerden biri albümlerin konsept (bütünlüklü) bir yapısıdır. Ve bu doğrudur da. Ancak bütün albümler için geçerli değildir. Konsept yapıda bir çok progresif rock albümleri varken, bir çoğunda da parçalar birbirinden ayrıdır. Bir albümün konsept olması onun progresif rock olduğunu göstermez. Konsept olmayan bir albümünde progresif rock olmadığını da göstermediği gibi.

En bilinen, daha doğrusu şuan benim aklıma gelen, konsept albümleriyle progresif rock'da yer edinen gruplar; Pink Floyd, Eloy, Moody Blues, The Who, Banco, Le Orme, Area, Tangerine Dream. Hatta Tangerine Dream'in 70'lerin başlarında ardarda çıkardığı 3 konsept albüm, birbirlerini takip eder nitelikteydi.

Nektar grubu da yaptıkları konsept yapılı albümlerle kendilerine progresif rock'da yer edinen gruplar arasında. İlk albümlerinden başlayarak konsept albümler ile devam ettiler müziklerine.

1971 yılında çıkardıkları ilk albüm olan 'Journey To The Centre Of The Eye' bilim kurgu temalı bir albüm.

Olayın yada hikayenin kahramanı uzayda yolculuk ederken, dünyadışı varlıklar tarafından yakalanıp hapsediliyor. Bir süre sonra dünya dışı varlıklar hikayenin kahramanına psişik yoldan hayatını gösteriyorlar. Bir gözün içinden kendi evini, dünyaya bakıyor. Dünya'da nükleer savaş yaşanmakta olduğunu görüyor. Albümün özü de bu durumun dramatize edilmiş hali olarak karşımıza çıkıyor.

Nektar, bir İngiliz grubu. Ancak grup üyeleri Almanya'da yaşamakta olduğu için, yaptıkları müzikte dönemin Alman krautrock'ından çok büyük esinlenmeler var, ki bu durumda gayet normal.

Progresif rock severlerinin bazılarına göre ise bu 4 İngilizin yaptıkları müzik krautrock olarak da adlandırılıyor.

Albüme gelirsek, 1971 yılında çıkmış olmasına rağmen sesler 1960'ların ikinci yarısında bir devrim yapan ve günümüz rock müziğinin temellerini atan saykodelik rock müziğin devamı niteliğinde. Sesler 60'ların  müziklerini dinleyenlere o kadar tanıdık gelir ki, müziğin içinde Beatles, Moody Blues, Pink Floyd, Iron Butterly gibi grupların izlerini rahatlıkla hissedebilirler. Ancak Nektar o seslerin benzerlerini çıkartarak bunu senfonik bir halde albümün bütününe yaymışlardır.

Daha önce yazdığım bazı krautrock gruplarının albümlerinde belirtmiştim. Günümüz rock türlerinden en bilinen ve kalitelilerinden olan post-rock'ın temelleri 1970'lerin krautrock'ına, saykodelik rock'ına temellenir diy.e. Nektar'ın 'Journey To The Centre Of The Eye' albümünü tekrar tekrar dinlerken bir çok yerde post-rock sesleri duydum.

Artık bu albüm için şöyle diyebilirim; günümüz post-rock'ın temel aldığı gruplardan birisi de Nektar'ın 'Journey To The Centre Of The Eye' albümüdür.

60'ların saykodelik rock'ının senfonik ve melodik olarak nasıl progresif, ilerici bir hale getirelebilinir, bu albüm bunu çok güzel anlatmaktadır. 60'ların saykodelik müziğine bakmak isteyenlere özet geçeçek bir albüm. Aynı zamanda konsept albüm sevenlerin, konusu ve hikayesi bakımıyla da bakması gereken bir albüm.

Nektar'ın bu albümünden sonra bir de 'Remember The Future' albümüne bakın. Ya da zaten o albüm dolayısıyla Nektar'a merak sardıysanız, siz yine o albüme geri dönün. Çünkü benim için Nektar'ın en güzel albümü o. Hatta 70'larin saykodelik progresif rock albümlerinin arasında elmas gibi parıldıyor.


1. Prelude (1.27)
2. Astronauts Nightmare (6.22)
3. Countenance (3.3                                        0)
4. The Nine Lifeless Doughters Of The Sun (2.41)
5. Warp Oversight (4.28)
6. The Dream Nebula (2.14)
7. The Dream Nebula II (2.25)
8. It's All In The Mind (3.22)
9. Burn Out My Eyes (7.48)
10. Void Of Vision (2.01)
11. Pupil Of The Eye (2.46)
12. Look Inside Yourself (0.53)
13. Death Of The Mind (2.52)

Süre : 42.49

Roye Allbrighton / Elektrik Gitar, Vokal
Allan 'Taff' Freeman / Mellotron, Piyano, Org, Vokal
Derek 'Mo' Moore / Bas Gitar, Mellotron, Vokal
Ron Howden / Davul, Perküsyon

Konuk
Dieter Dierks / Piyano, Yapımcı

26 Kasım 2017 Pazar

Krautwerk - 1971 2014




Yaklaşık bir ay önce can sıkıntısını gidermek için uzun zamandır dinlemediğim grupları aramaya çalıştım. İlk aklıma gelenlerden biri de Kraftwerk'di. Yotube'de full albüm diye aratarak bir albümü inderdim. Yeni taşındığım evde internetin kötü çekiyor olması nedeniyle de bir saate yakın bekledim. Sonunda albümü indirip, 3. bira ile birlikte dinlemeye başladım. O gece öyle bitti.

Birkaç hafta sonra yine açtım, Kraftwerk diye dinliyorum. Albüm çok da farklı gelmiyor çünkü Neu! grubunun üyesi Klaus Dinger Kraftwerk'in ilk albümünde vardı o yüzden müziğin Neu! Müziğine benzemezi pe dikkatimi çekmiyor.

En son dün, akşamdan kalmış bir şekilde evi temizleyip, işe gideceğim. Yine açtım albümü dinlerken üzerimi değiştirip temizliğe başladım. Tam o arada sigara yapayım dedim. Sigarayı hazırlarken (tütün) gözlerim bilgisayar ekranına gitti. Krautwerk yazıyordu. Tekrar tekrar baktım, doğru okumuşum. İçimden dedim, herhalde youtube'ye yükleyen kraut rock grubu diye Kraftwerk'i Krautwerk diye yazdı.

Evdeki işleri bitirip, işe otobüsle giderken internet daha iyi çekiyor diye albümü arattırdım. Karşıma 2014 yılına ait bilgiler çıktı. İlk önce yeniden basım diye 2014'ü eklediler sandıma ancak değilmiş. İşyerine gelip, internet üzerinden biraz daha araştırınca Klemen'in blogunda bir söyleşisini buldum. Ve evet albüm 1971 adıyla 2014 yılında çıkmış. Yani 1971 yılına ait değilmiş.

Daha sonra da albüm ve Krautwerk hakkında discogs'a girip baktım. Karşıma tek bir kişi çıktı. Nico Seel. Klemen'in blogunda var olan söyleşide de zaten kendisi vardı.

Nico Seel'in bu albüm çalışması tek değil. Krautwerk gibi 3-4 grup çalışması daha var. Söyleşiden anladığıma göre diğer grup çalışmaları da 70'lerin krautrock tarzında çalışmalar. Çünkü yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi bu albümü dinlerken müzikal atmosferden ve albümün isminden dolayı, Krautwerk'i 70'lerin gruplarından sanmıştım.

Nico Seel; ortalama benim yaşlarımda, yaşım 35, Alman kökenli bir müzisyen. Günümüz rock türlerinden sıkıldığı için, heavy metal ve punk, yeni tür müziklere yönelmesi sonucu krautrock'la buluşup bu türde karar kılmış. Kendi müzik aletleri olması sebebiyle de kendi müziğini yapmaya karar vermiş. Sonuç olarak da 4-5 grup çalışması ortaya çıkmış.

Bütün bunları internet üzerinden öğrenirken aklıma İran kökenli Imaad Wasif geldi. O'da Nico gibi 70'ler atmosferinde bir'den çok grup çalışması yapmıştı.

Hala da yapmaya devam ediyor.

Albüme ismini veren 1971 tarihi bir çok krautrock efsanesinin önemli yıllarından olan 1971 yılına bir nevi atıf olmuş. Tangerine Dream'in, Kraftwerk'in, Amon Düül II'nin, Faust'un, Neu!'nun önemli çıkış yaptığı yılları temel almış. İlginç ve yaratıcı bir fikir!.

Nico Seel'in Krautwerk olarak devam albümleri de var. O albümler de yine yıllara atıf olarak 1972, 1973 diye devam ediyor. Nico'nun ve albümlerinin yeni farkına vardığım için diğeralbümleri de sanırım dinlenilmek üzere sırada beni bekliyorlar.

Albüme gelirsek, 1971 tamamen 70'lerden çıkma bir albüm. Müzikal atmosferi, kullanılan müzik aletleri 70'leri anımsatmıyor, tamamen aynı.

Nico sıkıldığı, tiksinti duymaya başladığı günümüz müziğinden uzaklaşıp; krautrock'ın, progresif rock'ın altın çağları denen yıllarına dönmüş ve kendi yeteneğini ve bilgilerini de ortaya koyarak mükemmel bir albüm çıkarmış.

Albümü ilk dinlediğim zaman Kraftwerk'in albümü olarak dinlemiştim. Müzikal atmosfer olarak 70'li yılların krautrock'ından, elektronik rock'ından hiç bir farkı yok. Youtube'den indirdiğim klibi de yine 70'li yılların La Düsseldorf grubunun 'Time' adlı parçasını anımsattı. Bu arada Neu! Grubu üyesi Klaus Dinger, 3 gruptada müzisyenlik yaptı. O yüzden albüm bana hiç de yeni, günümüzün müziklerinden biri gibi gelmedi.

Şimdiye kadar 2000 sonrasının krautrock gruplarına hep soğuk bakmıştım. Hatta Almanların 2000 sonrası progresif rock gruplarına soğuk bakmıştım, bir kaç grup haricinde. Ancak Nico Seel, Krautwerk ve 1971 ile bu düşüncemi tamamen değiştirdi.

Hem 70'lerin hem de günümüz müziğinin tadını çıkarmak için mükemmel bir albüm.

1. I (6.33)
2. II (4.00)
3. III (9.07)
4. IV (6.16)
5. V (6.38)
6. VI (6.49)

Süre : 39.38

Nico Seel / Elektrik Gitar, Elektrik Bas Gitar, Synth (ses düzenleyici), Elektrik Davul


23 Kasım 2017 Perşembe

Grobschnitt - Grobschnitt 1972


                             

Bir gün bir sokakta yürürken balkondan başıma bir saksı düşecek ve hafızamı tamemen yitireceğim. Şimdiye kadar öğrendiklerim, ailem, arkadaşlarım hepsi aklımdan uçup gidecek. Yine bir gün can sıkıntısından internetten müzik dinlemeye başlayacağım. Youtube benzeri sitelere girip güzel yada mükemmel müzikler yazıp dinlemeye çalışacağım. İngilizce olarak da arattırıp karşıma çıkan müzikleri dinleyeceğim. İşte tam o sırada karşıma 'Wonderful Music' adlı bir parça çıkacak. Parçayı dinlemeye başladıktan bir süre sonra ilk Grobschnitt sonra progresif rock'ı en sonunda da unuttuklarımın hepsini anımsamaya başlayacağım.

Olur mu, olur!

Grobschnitt'in 1972 yılında çıkardığı ilk albümünden 'Wonderful Music' adlı parçayı günün birinde bunasam bile unutmam. İlk dinlediğimden beri Grobschnitt grubunu tanımlamam için söylenebilecek tek söz, wonderful music.

Günümüzde progresif rock ciddi bir müzik türü olarak kabul ediliyor. Bu konuya ben de katılıyorum. Müzik icra edenler de, dinleyiciler de progresif rock'a çok ciddi bir şekilde bakıyorlar. Müzikte aradıkları ise uzun enstrüman doğaçlamaları yada sesin pürüzsüzlüğü gibi şeyler oluyor. Dolayısıyla progresif rock deyince belli kriterler ortaya konuyor. O kriterlere uygun olduğu sürece progresif rock sayılıyor.

Grobschnitt dinleyen birisi için bu tarz kriterlerin pek bir anlamı yok. Çünkü grup ilk albümünden itibaren eğlenerek, kahkaha atarak, birbirleriyle dalga geçerek müzik yaptılar.

Günümüzde de aynı atmosferler ile konserler vermeye çalışıyorlar. Yani müziğin içinde varolmaya devam ediyorlar.

Maalesef günümüzde ki progresif rock dinleyicileri 70'lerin kült gruplarını tamamen dinlemeden; günümüzün popüler olmuş, bilinen gruplara odaklandıkları için kendilerine belli kriterler belirleyip, müziği ona göre dinliyorlar. Sonuç olarak da progresif rock sıkıcı bir müzik türüymüş gibi bir anlam ortaya çıkıyor.

Halbuki progresif rock müzisyenleri yada grupları; müzikal şablonları, kriterleri reddeden bir anlayışla müzik ortaya çıkardılar. Kabullenilmek yada ünlü olmak gibi pek dertleri olmadı. Yaptıkları her albümde kendilerini değiştirmeye, yenilemeye çalıştılar.

O yüzden 70'lerin progresif rock albümlerinin müziği çok zengin ritimlere, armonilere sahiptir. O gruplardan birisi de Grobschnitt. Benimde unutamadığım ve unutmamın çok zor gözüktüğü bir grup.

Özellikle 70'ler de bir çok grup 'progresif rock yapıyoruz biz' düşüncesiyle albümler çıkarmadılar. Albüm çıkarıp konser verdikçe, diğer rock gruplarını dinledikçe, birbirleriyle iletişim kurdukça müzikleri progresif, yani ilerici bir hal aldı.

İlk progresif rock albümü hangisidir, hala tartışılmaktadır. Hele ki yeni dinlemeye başlayanlar ilk progresif rock albümünü 1965'e kadar götürebilir. Ama bunların bir anlamı yok. Çünkü progresif, ilerici rock diye ilk kez King Crimson'ın albümü için söylendi. O yüzden King Crimson müziğini temel almakta fayda var. Yoksa 1965 değil, 1955 yılında ki Johnny Cash'e kadar gidilir.

Gruba dönersek.

Açılış parçası; 'Symphony' albüme, Grobschnitt'e, hatta progresif rock'a başlamak için ideal değil, mükemmel bir örnek. Klasik müzik etkisinden, blues rock'a, saykodelik rock'tan folk rock'a (latin rock ve the doors anımsayın) dönemin rock atmosferini rahatlıkla bulabileceğiniz, ve kusursuz bir şekilde harmanlayarak ortaya konan bir parça.

'lal lal la, lal la lal la' korusunu 3-4 kez tekrarladıktan sonra giren elektrik gitar solosu, tahminimce progresif rock'ın en iyi açılışlarından biri. Nitekim 2-3 yıl sonra ortaya çıkartacakları 'Solar Music' efsanesinin de kaynağı bu gitar solo girişi. 1972 yılında çıkan albümdeki uzunluğu 13 dakika ancak yeni basımlarda bir de bu parçanın 30 küsür dakikalık canlı konser kaydı varmış. 'Solar Music' den çok daha iyi olacağı kesin. 'Solar Music' neredeyse gitar doğaçlamalarına dayanıyordu, bu parça da ise gitar soloları haricinde mükemmel sesler var. Canlı performansı dinlemek büyük bir keyif verecektir.

Kendime not, en kısa zamanda bulup, 'Symphony Live' dinlemeliyim.

'Travelling', saykodeelik bir atmosferde başlayan parça, latin ezgileriyle örülmüş tam anlamıyla bir krautrock örneği. Tekrar tekrar dinlerken bir süre önce dinlediğim Nektar grubu geldi aklıma. 'Travelling' parçası o kadar çok Nektar parçalarına benziyor ki, Nektar böyle bir parça yazsaydı, birinden aşırmışlar bu parçayı diye, hiç kimse demeyecekti.

Aynı zamanda solo gitar çalışmaları, 'Symphony' parçasında olduğu gibi 'Solar Music' parçasına da temel olmuş görünüyor.

'Wonderful Music', benim için albümü ve grubu unutturmayacak parça. Progresif rock'da ilk dinlemeye başladığım zamanlar Almanlara yoğunlaşmıştım. Grobschnitt'de o grupların arasındaydı. Krautrock grupları ve diğer Alman gruplarını üstüste aylarca dinlediğimi anımsıyorum. On'larca grup arasından krautrock yada Almanya dendiğinde aklıma gelen ilk 3 gruptan biri, Grobschnitt. 'Wonderful Music' ise herkese önermediğim, hep kendime sakladığım bir parça.

'Sun Trip', senfonik yapılı olmasından ziyade eklektik yapısıyla dikkat çekiyor. Bir çok Grobschnitt hayranına göre Solar Music parçasından hemen sonra gelen, bir şaheser. 4 bölümden oluşan oluşan  ve 17 küsür dakikalık uzunluğu ile progresif rock için gayet normal bir uzunluk. İçinde gerçekten beni etkileyen bazı gitar soloları ve kozmik atmosferi andıran yerler var. Bunlar parçanın ilk 2-3 bölümünü oluşturuyor. Bu kısımlar gerçekten dinleyeni, en azından beni, alıp bir yerlere götürebiliyor. Ancak parçanın son kısımlarını pek sevip, dinleyemedim. Cazvari bir atmosferle sonlandırmaya çalışmışlar ama başladığı gibi mükemmellikle bitmiyor.

Şimdi yazarken aklıma Kemal Sunal'ın 'Korkusuz Korkak' filmi geldi. Kemal Sunal klasiklerinden biri olan film, mükemmel bir şekilde başlıyor ancak sonu aceleye getirildiği için anlamsız bir şekilde film bitiyor. 'Sun Trip' parçası da o filme benzer. Mükemmel bir şekilde başlıyor ve aceleyle bitirilmiş gibi duruyor.

O yüzden benim için konsept olarak albümdeki en kolaya kaçılmış parça.

Grobschnitt, 1972 yılında çıkardığı ilk albümüyle sonrasında çıkaracakları albümlerininde haberciliğini yapmıştır. Mükemmel gitar soloları, kozmik saykodelik atmosfer ve yine aynı şekilde mükemmel davul çalışmaları, bu albümde olduğu gibi diğer albümlerde de vardır. İlk örneği ise bu albümdür.

1. Symphony (13.44)
a. Introduction
b. Modulation
c. Variation
d. Finale
2. Travelling (6.50)
3. Wonderful Music (3.40)
4. Sun Trip (17.43)
a. Am Ölberg (Mount Of Olives)
b. On The Way
c. Battlefield
d. New Era

Süre : 41.57

Stefan Danielak (Wildschhwein) / Vokal, Ritim Gitar
Gerd-Otto Kühn (Lupo) / Elektrik Gitar,
Hermann Quettin (Quecksilber) / Org, Piyano, Perküsyon
Bernhard Uhleman (Bar) / Bas Gitar, Flüt, Perküsyon
Joachim Ehrig (Eroc) / Davul, Perküsyon, Elektronik Efektler
Axel Harlos (Felix) / Davul, Perküsyon

Kapak Tasarımı / Günter Blum

20 Kasım 2017 Pazartesi

Tangerine Dream - Hyperborea 1983



Tangerine Dream grubunun kaç albümü olduğu hakkında bir fikrim yok, 100 civarında diye biliyorum. Film müzikleriyle birlikte en son saymaya çalıştığımda 130'ları geçmişti sanırım.

Grup 1960'ların sonlarında başladık albümlere günümüzde de devam ediyorlar. Birkaç ay öncesinde yeni albümlerini de çıkardılar. Tahminimce yeni albümler çıkarmaya da devam edecekler.

Tangerine Dream'in bu kadar çok albüm çıkarmaya başlaması, 1982 yılında çıkardıkları 2 albümle başladı. 1980'li yıllar boyunca da bu üretim devam etti. Aynı yıllarda çıkardıkları 2 ve daha fazla albüm ya film yada belgesel müzikleriydi. Bazen de kendi albümleriydi. Bu çoklu üretim 90'lı yıllarda da kısmen devam etti. Bu kadar çok albüm çıkarmalarının tek nedeni tabii ki müzik ve belgesel çalışmaları değildi. En önemli etkeni, 80'lerin başlarında synthesizer, yani ses (ve ritim) düzenleyicilerinin daha ucuza ve bolca üretilmesiydi. Almanların öncülüğünde gelişen elektronik müzik severliği sonuçda kapitalistlerin gözünü müzik endüstrisine çevirmesine yol açtı. Sonuç olarak da 1980'lerin başlarından itibaren ortalıkta elektronik müzik diye kulakları tırmalayan acuze müzikler ortaya çıktı.

Tangerine Dream ve diğer öncü elektronik müzik insanlarının haklarını yiyemem bu konuda ama ortada olanı da söylemek gerekir.

Tangerine Dream de bu ucuza ve bolca üretilen synth'leri albümlerinde kullanmaya başladılar. İlk 1980'de 'Tangram' albümlerinde denemişlerdi, daha sonra da 1982 yılında çıkardıkları 2 albümde de denemeye devam ettiler. 1983 yılında ki 'Hyperborea' albümünde de bu yeni çıkan enstrümanlara tamamen hakimiyetlerini kurdular.

Tangerine Dream'in 1980'li yıllarda bu kadar çok albüm çıkarmasının asıl nedeni benim için kesinlikle bu'dur. 1980'li yıllarda popüler müzik haline gelen pop'un temelinde de bu ucuz ve bolca üretilen aletler ile 90'lara doğru da iyice yaygınlaşam bilgisayarlar olmuştur.

Müzik üretimini elbette karşı değilim ama sürekli birbirlerinin müziklerini kopyalayarak ortada para kazananları görünce ister istemez bir tiksinti geliyor. Hele ki söz konusu Tangerine Dream olunca.

Bundan bir kaç yıl önce, Türkiye'de iken, bir arkadaşa Tangerine Dream'in müziğinin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışıyordum. En son şöyle demişti. 'Bu kadar önemli olsaydı, burada albümleri bulunur ve dinlenirdi'. Açıklaması şu; plak şirketleri bunları kesinlikle pazarlardı. Halbuki o çok önemli gibi gözüken A, B; C grupları aynı plak şirketlerinden çıkmaktaydılar. Dolayısıyla dinleyen hepsinin çok popüler ve kaliteli müzik olduğunu varsayıyordu.

Gereksiz yere söz uzattım; Tangerine Dream, progresif rock'da ki putlarımın arasında en büyüğü. 'Hyperborea' albümü de Tangerine Dream'in 80'lerde ki en yaratıcı bulduğum albümlerinden.

Albümün açılış parçası, 'No Mans Land'. Hiç dinmeyen ve kendini sürekli tekrar eden ritimler ve hint çalgısı sitar benzeri sesler ile kimi yerde beni gülümseten kimi yerde de, albüm kapağının yardımıyla, okyanusun ortasında ki ıssız bir adaya yol aldırıyor. Tabi sürekli kendini tekrarlayan ritimler synth'lerle yapılıyor. Ancak orada bir de Edgar Froese'nin bas gitarı var; parçaya çok farklı bir hava katıyor. Tangerine Dream'in yine benzersiz ve daha sonra kendilerini hiç tekrarlamayacakları bir parça.

İkinci parça, 'Hyperborea' da öyle. Tangerine Dream'in kendilerini hiç tekrarlamadıkları bir parça. Ancak parçanın müzikal atmosferini 80'li yıllarda bir çok elektronik müzik grubu ve müzisyenleri tekrarladı. Özellikle 80'ler sonları ve 90'lı yıllarda yaptığı film müzikleriyle adını rock müzik tarihine yazdıran Vangelis. 'Hyperborea'yı dinlerken 80'li yılların belgesellerini, özellikle okyanus altı belgesellerini anımsatıyor.

'Hyperborea' parçasının ilk yarısı böyle, ikinci yarısı ise org ve davul solosu birlikteliği var. Siz dinlerken zevk alamazsanız eğer, youtube'den 2000'li yılların Tangerine Dream konserlerinin arasından bulun bu parçayı ve tekrar tekrar dinleyin.

Ki zaten ilk duyduktan sonra üstüste dinlemeye devam edeceksiniz.

'Cinnamon Road', tam da yukarıda bahsettiğim, elektronik müziğin ayağa düşmeye başladığı dönemlerde ortaya çıkan müziklerden. Dinlemesi kolay, eğlenceli, hatta dans ettirici. Dinlerken niyeyse aklıma Modern Taking grubu geliyor. Neyse ki Tangerine Dream bu tarz müzikler üzerinde fazla durmadan es geçip, kendi bildiklerini okumaya devam ediyorlar.

20 dakikalık uzunluğuyla 70'leri anımsatan 'Sphnix Lighting' ile albümün son parçası. İlk 3 parçadaki yaratıcılık anlayışı 'Sphnix Lighting' parçasında da var. Ancak maalesef 20 dakikalık uzunluktaki parça albümün en yaratıcı parçası olduğu anlamına da gelmiyor.

Burada benim için 70'lerin havasından sıyrılamamış, yeni dönem müziğine ve seslerine de ayak uydurmaya çalışan bir Tangerine Dream var. Parçayı kötülemedim, çünkü içinde gözlerinizi kapatıp dinlerken sizi başka yerlere, dünyalara ve zamanlara götürecek müzikal atmosfer de var. Tabi bunlar albümün ve Tangerine Dream'in en iyilerinden biri olmaya yetmiyor.

'Hyperborea' Tangerine Dream klasikleri yada müziği için iyi bir başlangıç değil ama Tangerine Dream müziğine bulaşmış herkes için dinlenilmesi, öğrenilmesi zorunlu bir albüm.

Son olarak, albümdeki enstrümanları Edgar Froese ve en son gruba dahil olan Johannes Schmoelling çalıyor. Tangerine Dream'in unutulmaz isimlerinden ve yine albümde besteci ve yapımcı olarak Chris Franke yer alıyor. Birkaç yıl sonrasında ise Franke gruptan ayrılıp, özellikle bilim kurgu film ve dizi müzikleri olarak kendi müziğine yöneliyor.

1. No Mans Land (9.08)
2. Hyperborea (8.31)
3. Cinnamon Road (3.54)
4. Sphnix Lighting (20.01)

Süre : 41.34

Edgar Froese / Bas Gitar, Elektrik Gitar, Klavyeler, Synth(ses düzenleyicisi), Yapımcı, Besteci
Christopher / Franke / Besteci, Yapımcı,
Johannes Schmoelling / Klavyeler, Yapımcı, Synth, Besteci

Monique Froese / Kapar Tasarımı

16 Kasım 2017 Perşembe

Par Lindh Project - Mundus Incompertus 1997




Par Lindh ilk albümünde etrafına topladığı müzisyenlerle mükemmel bir albüm çıkarmıştı, aynı başarısını 2. albümünde de sürdürüyor. İlk albümdeki folkik ve gotik hava aynen bu 2. albümde de devam ediyor. Ancak bu albümün ilk albümden en önemli farkı metalik seslerin olması; özellikle elektrik gitar ve davul kullanımı dönemin Dream Theatre'ını anımsatıyor.

Muhtemeldir ki metal grupların 70'lere özenmesi sonucu ortaya çıkan müzikal atmosferden Par Lindh ve ekibi de etkilenerek albümde yer veriyorlar. Her ne kadar metalik sesler var olsa da, o kadar göze batacak yada müziğin seyrini değiştirecek türden değiller.

Albüm 'Baroque İmpression No.1' parçası ile başlıyor. Kilise orgu ve gotik vokaller ile başlayan parça davul ve elektrik gitar ile birlikte hızlanır gibi oluyor. Sonrasında gelen sesler ise klasik müziğin önemli isimlerinden ve bir çok rock grubuna ilham olmuş Bach'ın izlerini taşıyor. Progresif rock'ı sevmemde ki en önemli etkenlerden biri olan klasik müziğin progresif rock'da yaratıcılık anlamında profesyonel olarak kullanılıyor olması. Par Lindh ise bu 2. albümünün açılış parçasında bunu kusursuz bir şekilde gösteriyor. Parçayı dinlerken bir klasik müziğin esiri bir de rock müziğin esiri oluyorsunuz.

Yeni dönem modern progresif rock gruplardan tam istediğim de bu. Par Lindh gibi rock müziğin yaratıcılık anlayışına uygun ve modern sesleri dışlamadan ortaya albümler çıkarmak. 'Baroque İmpression No.1' gibi bir parçayı başyapıtlar listenize ekleyin.

3 parçalık albümün 2. parçası yoğun bir Greg Lake akustik gitar havası taşıyan 'The Crimson Shield'.

Parçayı açan akustik gitar bana 'From The Begining' akustik gitarını anımsatıyor, tabi bir de synth sesleri var anımsatan. İlk albümüne de koyduğu vokal odaklı bir parça. Folkik seslerin, vokal sayesinde nostalji yaşamak isteyenler için ideal, kusursuz bir parça.

Ve, en sonunda albümü progresif rock'ın başyapıtları arasına sokacak olan parçaya, 'aynı zamanda albümünde ismi, Mundus Incompertus'.

27 dakikaya varan uzunluğu, parçanın içine konulan klasik müzik parçaları, görünürde metalik sesler ancak avantgard olan gitar ve davul işbirliği; parçayı kesinlikle başyapıtlar arasına sokacaktır. Klasik 70'ler başyapıtlar arasına değil elbette; günümüzün progresif rock müziğinin, hani o modern progresif rock müziğinin arasına; hatta öncülük bile edecektir.

Parçayı tekrar tekrar dinlerken aklıma hep ELP'nin 'Karn Evil 9' adlı destansı parçası geldi. Nasıl 'Karn Evil 9' parçasını dinlerken müzikten fazlasıyla zevk alıyorsam, bu parçada da aynısı oldu.

Sonuç olarak, Par Lindh yeteneğini ve örgütçülüğünü 2. albümünde de devam ettiriyor. Yeni sesleri ve deneyleri de görmezden gelmeyerek, onlara da albüm içinde yer veriyor. Bize de dinleyip, ortaya konan mükemmelliyetten nasiplenmek düşüyor.

1. Baroque İmpression No.1 (9.10)
2. The Crimson Shield (6.38)
3. Mundus Incompertus (26.43)

Süre : 42.34

Par Lindh / Piyano, Harpsichord, Kilise Orgu, Hammond Orglar, Mellotron, Synth (ses düzenleyicisi), Perküsyon, 12 Telli Gitar, Yapımcı
Magdalena Hagberg / Vokal
Jocke Ramsell / Elektrik & Akustik Gitar
Marcus Jaderholm / Bas Gitar
Nisse Bielfield / Davul, Perküsyon

Konuklar
Singillatim Choir / Koro
Jonas Bengtsson / Blokflüt
İnge Thorrson / Keman
Michael Axelsson / Oboe
Aron Lind / Trambon

14 Kasım 2017 Salı

Gryphon - Red Queen To Gryphon Three 1974



Birkaç gün önce hangi grubu dinleyip yazayım diye düşünürken telefonda ki aldığım notları karıştırmaya başladım. 100'e yakın not'un arasında, önüme 9 ay önce aldığım bir not çıktı. 'Gryphon'dan 'Red Queen albümünü bul dinle'.

Bu aralar hem evi değiştirirken girdiğim stres hem de fazla müzik dinleyememiş olmam nedeniyle aldığım notu ciddiye alıp, albümü buldum ve indirdim. Tabii bunlar işyerinde iken oluyor, albümü eve gelince dinlemeye başladım.

İlk dinleyişim kedilerin pisliklerini temizlerken olduğu için, müzikten pek bir şey anlayamadım. Daha sonraki dinleyişlerimde ise karşımda 70'lerin  mükemmelletçiliğine uygun bir albüm duruyordu.

Böyle bir albümü onca yıldır nasıl olur da kaçırmışım, gözardı edip dinlememişim. Halbuki kapak resmini anımsıyorum yada anımsadığımı sanıyorum çünkü 70'lerde bu kapağa benzer bir çok albüm vardı. Geç oldu ama güç olmadı, önemli olan da bu.

Progresif rock'ı bu anlamda bu yüzden daha çok seviyorum. Her an önüme mükemmel albümler çıkabiliyor.

'Red Queen to Gryphon Three' albümünde progresif rock için arayabileceğim herşey var. Klasik müzik, folkik öğeler, avantgard hava, bas gitar ve davulun kusursuz işbirliği. Gryphon grubu mükemmel bir albüme imza atmışlar.

Albüm, ortaçağ satrancı oyununu anlatıyor. Açılış parçası 'Opening Move(açılış hamlesi)' ile ortaçağ satrancına başlıyorsunuz. (İkinci ve üçüncü dinleyişimde müziği anlamaya başladım çünkü ilk dinleyişim temizlik anına denk gelmişti.) 'Opening Move', hem satranç oyunu için güzel bir müzik olurken hem de ortaçağın İngiltere'sine götürüyor. Ortaya konan müzik o kadar Orijinal ki, dinleyene ortaçağı hissettiriyor.

Hem 'Opening Move' parçasında hem de devamındaki parçalarda yoğun bir YES/Jethro Tull etkisi var. YES'i çok fazla dinlediğimden dolayı Gryphon grubunu dinlerken odaklanmada fazla zorlanmadım. Rick Wakeman etkisindeki klasik müzik benzeri piyano ve klavyeler YES'i anımsamamdaki en büyük neden oldu. Tabii ki flüt niyetine kullanılan ortaçağ müzik aleti krumhorn ve kısa kısa bluesvari gitar soloları da Jethro Tull'ı anımsattı.

Devam niteliğinde olan 'Second Spasm'da ise ilk parçaya göre rock atmosferi daha çok ön plana çıkmış. Tabii başta ki krumhorn (flüt değil) etkili halk müziğini saymazsak. Halk müziği etkisinden sonra bas gitarın öncülüğünde bluesvari kısma geçiyorsunuz. Biraz avantgard hava da katılmış. İlk parçadaki yaratıcılık ikinci parçada da böylece devam ediyor. Bu parça biraz fazla eklektik olmuş. Halk müziği ve rock'ın en özgün buluşmalarından olmuş anlayacağınız.

'Lament' parçası ile ortaçağdan günümüze geliyorsunuz. Parça o kadar yakın ki 70'ler ve günümüz müziğine, ilk iki parçadan sonra zaman yolculuğu yapmış gibi hissediyorsunuz.

'Checkmate', şah-mat!. Şah-mat ile oyunun ve albümün sonuna geldik. İlk iki parçada ki ortaçağ havasındaydık, sonra 'Lament' ile günümüze geldik ve son parça 'Checkmate' ile de günümüz müziği ile bitirdik.

'Checkmate' albümdeki en çok YES'e benzeyen parça. O yüzden albümdeki favori parçam 'Checkmate'.

Gryphon'u 9 ay öncesinde tanıdım. Aslında sadece isim olarak not aldım. 9 ay sonra da 683 favori albüme eklenerek 684. favori oldu. Böyle bir grup nasıl devam etmemiş, aklım almadı. Devam etselerdi kesinlikle şuan klasik progresif rock'a farklı bakılıyor olurdu.

Gryphon gerçekten de mükemmel bir albüm ortaya çıkarmış.


1. Opening Move (9.42)
2. Second Spasm (8.15)
3. Lament (10.45)
4. Checkmate (9.50)

Süre : 38.32

Richard Harvey / Klavyeler, Blokflüt, Krumhorn (flüt'e benzer bir ortaçağ çalgısı)
Brain Gulland / Krumhorn, Fagot (yine flüt'e benzer bir ortaçağ çalgısı)
Graeme Taylor / Elektrik & Akustik Gitar
Philip Nestor / Bas Gitar
David Oberle / Davul, Perküsyon, Timpani

Konuklar
Ernest Hard / Org
Peter Redding / Akustik Bas Gitar

7 Kasım 2017 Salı

Omega - 10000 Lepes 1969



Omega, macar progresif rock müziğinin önde gelen gruplarından, hatta en önemlisi desem yerinde olur. Efsane olarak 1968 yılında başladıkları müziğe hala devam ediyorlar.

Omega, progresif rock hayranları tarafından çok iyi bilinirken, rock hayranlarının pek fazla bilmediği bir grup. Ancak Scorpions grubu ile konserlerini ve Scorpions'un Omega parçalarının tekrar çaldığını söylesem yada göstersem muhakkak klasik rock dinleyicisinin de ilgisini çekecektir.


Omega  müziğini genelde 3'e ayırırlar. İlki 1968'den 1975-6 yılına kadar olan süre. Bu dönemi saykodelik dönem olarak varsayabiliriz. 1975-6'dan 1982 yılına kadar olan süre ise Omega'nın saykodelik-uzay yada kosmik rock dönemi. Bu dönemde özellikle yaptıkları müzik Pink Floyd, Eloy tarzı müziği andırıyor. Belli yerlerde ise bu iki gruptan çok daha iyiler. 80 sonrası ise bir çok progresif rock grubunun düştüğü duruma düşmeyip, müziklerini hard rock'a kaydırıyorlar. Yine bu dönemde 70'lerde yazdıkları bir çok parçaya benzer, dinlenildiği zaman unutulmayacak parçalar ortaya çıkarıyorlar.

Müziğe başladıkları 1968'de iki albüm çıkarıyorlar. Her iki albümde saykodelik, pop tarzı albümler. Anlaşılması için Genesis'in ilk albümü ile Le Orme'nin ilk albümlerindeki müzikal yapıyı anımsanmasını öneririm. 1969 yılında ise bütün albüm olarak değil de, parçalar halinde progresif rock'a güzel örnekler veriyorlar.

En unutulmazı, hemen hemen her konserinde mutlaka çaldıkları, 'Gyöngyhaju Lany'. Scorpions tarafından da ingilizce söz yazılıp söylendi zamanında. İlk dinlediğim zamanı anımsadım tekrar dinlerken. Uzun bir süre en sevdiğim parçalardan biri olmuştu, üstüste defalarca dinlemiştim. Ki hala en sevdiğim Omega parçalarından birisi.

İşte o, efsane grubun efsane parçasının bulunduğu albüm, '10.000 Lepes'. On bin bozkır anlamına gelen albüm ismi, Omega'nın Macarların ortaasya'ya olan duyarlılığını gösteriyor. Dünyanın en uzun nehirlerinden biri olan, Sibirya'da bulunuyor, 'Lena' içinde daha sonra bir parça yazdılar. Lena nehri aynı zamanda Ekim Devrimi önderlerinden V.İ. Ulyanov'un takma ismi Lenin isminin de kökeni.

'10.000 Lepes', Omega'nın 1968 yılında yazdığı ancak 1969 yılında yayınladığı 3. albümü. 1968'deki ilk iki albüme göre daha deneysel bir albüm. İlk iki albümde saykodelik pop benzeri albümdü. Bu albümde de benzer sesler ve yapı var ancak biraz daha ilerici bir kimliğe sahip.

Albümdeki parçaları tek tek yazmayacağım. Benim için ön plana çıkan bir kaç parçaya değinsem yeterli olur.

'Gyöngyhaju Lany' parçasını zaten bahsetmiştim. Onu geçelim.

'Tüzvihar', daha ortalarda Uriah Heep müziği yokken mükemmel bir ağır progresif rock parçası. Parça o kadar çok Uriah Heep müziğine benziyor ki, böyle bir parçayı Uriah Heep albümüne koysa ayırtedilemez.

'Udvari Bolond Kenyere',  'Gyöngyhaju Lany' parçasından sonra akılda kalıcı olan bir parça. En az 'Gyöngyhaju Lany' parçası rock baladlarından. Albümde en sevdiğim kısmı bu parça barındırıyor. Parçanın sonlarındaki akustik gitar soloları! 60'ların nostaljik tarafını seslendiriyor.

Hemen devamında gelen parça 'Kergeskezu Favagök'. 60'ların saykodelik rock'ı ve latin ezgilerinin birlikteliği. En önemlisi döneme göre çok ama çok iyi davullar. 60'ların saykodelik rock'ını sevenlerin bir köşeye not etmesi gereken türden.

'Tekozlo Fiuk', yine sevdiğim ve unutmadığım Omega parçalarından. Her dinleyişimde aklıma Cem Karaca'nın müziklerini anımsattırıyor. 60'ların rock müziğinin caz ile buluşmasına güzel ve hoş bir örnek.

Albümdeki diğer parçalar ise ilk iki albümdeki gibi saykodelik pop ile saykodelik rock arasında giden parçalar. 60'ların rock müziğine odaklananlar için bakılması gereken türden.

Sonuç olarak Omega, müzik yapmaya başladığından itibaren yeni sesler ve armoniler aramaya çalıştılar. Belli dönemlerde etkilendikleri grupları özümseyip kendi müzikal yetenekleriyle sentezleyerek albümler çıkardılar. Hala da müzik yapmaya devam ediyorlar.

'10.000 Lepes', albümü Omega'nın en güzel albümü değil belki ama içinde gerçekten kaçırılmaması gereken bir kaç parça var. İlk kez dinliyorsanız yahut tekrar dinlemeye çalışıyorsanız, dediğim parçalara biraz daha fazla odaklanın.

1. Petroleum Lampa (3.14)
2. Gyöngyhaju Lany (5.49)
3. Tüzvihar (3.09)
4. Udvari Bolond Kenyere (3.32)
5. Kergeskezu Favagök (8.15)
6. Tekozlo Fiuk (4.34)
7. Tizezer Leper (6.13)
8. Az 1958-as Boggie-Woggie Klubban (2.14)
9. Spanyolgitar Legenda (3.24)
10. Felbeszakadt Koncert (4.00)

Süre : 44.18

Janos Kobor / Vokal
György Molnar / Elektrik Gitar
Gabor Presser / Klavyeler, Vokal (7,8), Geri Vokal
Laszlo Benko / Klavyeler, Trompet, Geri Vokal
Tamas Mihaly / Bas Gitar, Vokal (9), Geri Vokal
Jozsef Laux / Davul, Perküsyon

4 Kasım 2017 Cumartesi

Zanov - Green Ray 1976



Elektronik müzik deyince aklıma ilk gelen, 1970'lerin Alman müzisyenleri olmuştur. İngiliz, Yunan, Japon, Rus hatta Kuzeyli'ler varolsalar bile yine de aklıma her zaman Almanlar gelecektir. Nasıl ki bir çok rock dinleyicisine rock müzik diye bir soru yöneltilince ilk söylenen Pink Floyd, Led Zeppelin yada Deep Purple geliyorsa, elektronik müzik deyince de benim aklıma Almanlar geliyor.

Almanlar deyince de Kraftwerk, Tangerine Dream, Klaus Schulze gibi isimler anlaşılsın. Elektronik müziğin öncüleri ve günümüzde varolmaya devam eden müziğin temellerini atan isimler.

Ve hala daha bu isimler elektronik müzikte kıstas olarak kullanılır.

Birkaç gün önce Tangerine Dream dinlerken birden Zanov hatırladım. Yıllar önce ilk albümünü bir kaç kez dinleyip bırakmıştım. Hemen albümü bulup tekrar dinlemeye başladım tabii. Neredeyse 10 yıl önce dinlediğimde o kadar zevk almamıştım. Şimdi tekrar dinleyince boşuna gözardı ettiğimi anladım.

Zanov, Fransız müzisyen Pierre Salkazanov'un soyisminden oluşuyor. Pierre tek başına olduğu için grup demek yersiz olur. Klaus Schulze gibi tek başına albümü kaydediyor ve konserlerini de yine aynı şekilde tek başına veriyor. Ancak Klaus Schulze'den farkı yada artısı (benim için), statik müzikal anlayışla yada sadece snyth üzerinden müzik yapmaya kalkışmıyor. Özellikle klavye kullanımları bana dinlerken Tangerine Dream, Pink Floyd benzeri bir atmosferi çağrıştırıyor.

Albüm, albüme ismini veren 'Green Ray' ile başlıyor. Elektronik müzik ve saykodelik müziğin bir karışımı olarak Tangerine Dream, Pink Floyd benzeri bir atmosfere sahip. Özellikle rüzgar uğultusu ve saykodelik klavyeler 'Wish You Were Here' albümünü hatırlatıyor. Daha çok da 'Welcome To Machine' parçasını.

'Machine Desperation'; bir önceki parçada ki Pink Floyd'un 'Welcome To Machine' benzerliği, bu parçada isim olarak benzeşiyor. Parça ise, Tangerine Dream'in 'Zeit' ve 'Atem' albümlerinin atmosferinde avantgard bir havada. Korku filmi müziklerine benzer bir şekilde devam eden parça, 17 yıl önce ilk dinlediğimde içime ürperti salan 'Ummagumma' albümünü de hatırlatıyor. Parçanın ikinci yarısı ise synth ve klavyelerin üstüste binmesiyle tam anlamıyla bir elektronik müzik şöleni yaşatıyor. Benim için albümdeki en iyi parça.

'Running Beyond A Dream' ile birlikte, işte normal uzunlukta bir elektronik müzik parçası diyebiliyoruz. 'Machine Desperation' parçasında olduğu gibi yine Tangerine Dream'in 75 öncesi avantgard dönemini anımsatıyor.

Eğer Zanov'un yanında davul ve gitarlar da olsaydı, Tangerine Dream'im müziğinden ayırtedilemeyecek düzeyde olurdu ki, bu haliyle bile neredeyse aynı.

Zanov, 6 yıllık kısa bir müzik hayatından sonra müziği bıraktı. Ta ki 2010 yılına kadar. 2010 yılında müziğe tekrar geri döndü ve iki yeni albüm daha çıkardı.

En son albümünü geçtiğimiz yıl çıkaran Zanov, dinlenmeyi ve takip edilmeyi hakediyor.

1. Green Ray (9.48)
2. Machine Desperation (10.22)
3. Running Beyond A Dream (19.46)

Süre : 39.56

Zanov 'Pierre Salkazanov' / Klavyeler, ARP Synth (ses düzenleyicisi)

31 Ekim 2017 Salı

Neu! - Neu 1972



Progresif rock, bir çok rock dinleyicisine göre rock müziğin türlerinden birisi ve bu bir çok kişiye göre progresif rock'ın bir tanımı da var. Genel olarak da bu tanım, bu bir çoğuna göre bir kaç grubun müziğinden ibaret.

Aslında progresif rock'ın tanımı yapmaya kalkışılsa; mükemmele yakın bir tanım da çıksa, her zaman bir şeyler eksik kalır. Söylemeye çalıştığım progresif rock'ın tanımlanamaz oluşu.

Progresif rock gibi krautrock'da da aynı şey geçerli, tanımlanamazlık. Her ne kadar aynı dönemde ortaya çıktıysa da her iki tür müzik, belli yerlerden belli şekilde ayrılıyor. O yüzden krautrock'ı progresif rock'ın bir dalı olarak değil, farklı bir tür olarak görürüm.

Tanıma girmek istemiyorum ama progresif rock deyince aklıma; caz, avant-gard, klasik müzik, folk ve dönemin saykodelik müziği geliyor. Ancak bu durum krautrock için geçerli değil. Krautrock daha çok saykodelik ve elektronik seslerin yoğun olduğu bir müzik türü. Caz, avant-gard ve klasik müzik etkileri varolsa da, ortaya çıkan şey, ağırlıklı olarak saykodelik ve elektronik sesler.

Bunlardan en önemlisi, krautrock'ın en önemli temsilcilerinden olmamasına rağmen, en önemli albümlerinden birini ortaya çıkarmış olan NEU!. NEU'nun çıkardığı ilk albüm krautrock için en güzel örneklerden biri.


NEU!. 1972 yılında Kraftwerk grubundan ayrılan Klaus Dinger ve Michael Rother tarafından kurulan bir grup. İlk albümlerini de aynı yıl içinde çıkartıyorlar. Sonrasında ise yine albüm çıkarmaya ve konserler vermeye devam ediyorlar ancak ilk albümdeki müzikal kaliteyi bir türlü bulamıyorlar. Grup dağıldıktan sonra ise Michael Rother kendi solo kariyerine devam ediyor, ilk albümünü bir kaç ay önce yazmıştım. Aynı şekilde Klaus Dinger de müzik yapmaya La Düsseldorf grubuna katılarak devam ediyor.

Albümü krautrock'da özel kılan önemli şey, elektronik müziğin minimalist bir şekilde ortaya çıkartılması yahut elektronik müziğin içine minimalist müziğin sokulması. Her iki durumda, NEU'nun bu ilk albümünü anlatmaya yeterli olacaktır.

'Hallogallo', albümün açılış parçası. Minimal davul, hipnotik bir şekilde tekrarlayan elektronik sesler ve tabii ki Michael Roether'in mükemmel gitar çalışması. 'Hallogallo' parçası her yönüyle dönemin krautrock'ını en iyi şekilde yansıtıyor.

'Sonderangebot', klasik anlamda krautrock'ın elektronik ağırlıklı yönünü gösteriyor. Bir Tangerine Dream, bir Klaus Schulze, bir Popol Vuh sesleri var sanki parçada. Parça elektronik sesler ile başlıyor ve öyle bitiyor. Dönemin elektronik müziğine yakışır biçimde.

'Weissensee', bir önceki parçanın aksine saykodelik ağırlıklı olarak başlıyor, öyle devam ediyor ve bitiyor. Dönemin Amon Düül II grubunun müzikal atmosferine çok yakın. Özellikle Rother'in gitar kullanımı bana Amon Düül müziğini hatırlatıyor.

'Im Glück', elektronik sesleri ve kuş sesleriyle tam bir Popol Vuh benzeri parça. Dinlerken bin yıl öncesinin orta amerikasına yolculuk ediyormuşsunuz, hissi uyandırıyor.

'Negativland', asla ve asla unutamayacağım parçalardan biri. Sanırım ilk kez 2006 yılında, 24 yaşında dinlemiştim. 11 yıl geçmiş olmasına rağmen hala aklımda. Neu! dendiği zaman da aklıma bu parçadan başka bir parça gelmiyor. Ağır ağır ilerleyen bas gitar ve davul ritimleri, elektronik sesler ile birlikte hareket eden elektrik gitar, krautrock'ın belki de tanımını yaptıracak ender parçalardan.

Neu! 'Lieber Honig' parçasıyla 68 yılında amerika'da olmuş olsaydı, sanırım şuan 'Liever Honig' parçası hippilerin ve günümüzdeki takipçilerinin dilinden düşmeyecekti. Albümün müzikal atmosferine ters bir parça belki ama dinledikçe kişi daha çok seviyor bu parçayı.

Neu!, 70'lerde müzik yapan kısa süreli bir grup. 3-4 albüm sonrası, zaten iki kişiden oluşan grup dağılıyor. Michael solo albümlerine yoğunlaşırken, tabi bu arada kraftwerk ile de çalışıyor, Klaus Dinger La Düsseldorf ile devam ediyor. Ki Klaus Dinger deyince de, insanın aklına La Düsseldorf'un 'Time' adlı parçası geliyor.

Neu! Bu ilk albümüyle krautrock müziği tarihinde kendine çok önemli bir yer edindi. Progresif rock'ın tanımlanamaz oluşu gibi krautrock'ın da tanımlanamaz oluşuna, Neu grubu da bu albümle katkıda bulundu.

NEU'nun diğer albümleri değil ama bu ilk albümü krautrock'ın en önemli albümlerinin ilk 10 listesine rahatlıkla girer.

1. Hallogallo (10.07)
2. Sonderangebot (4.50)
3. Weissensee (6.42)
4. Im Glück (6.52)
5. Negativland (9.46)
6. Lieber Honig (7.15)

Süre : 45.42

Klaus Dinger / Davul, Elektrik Gitar, Koto, Vokal
Michael Roether / Elektrik Gitar, Bas Gitar, Double Bas, Vokal

23 Ekim 2017 Pazartesi

Steve Hackett - Please Don't Touch! 1978



Daha önce yazdığım Genesis, YES ve King Crimson albümlerinde de belirttiğim gibi bende ayrı yerleri olan 3 gitarist; Robert Fripp, Steve Howe ve Steve Hackett. Her 3 gitaristinde gruplarına  kattıkları sayesinde 3 grupta progresif rock'ın temellerini oluşturan gruplar oldular. Steve Hackett da, Robert Fripp ve Steve Howe gibi gruplarının öne çıkan isimleri oldular.

Her ne kadar Genesis deyince insanların aklına Peter Gabriel, Phil Collins kıyaslaması akla geliyorsa da, benim için bu kıyaslama pek bir şey ifade etmiyor. Benim aklıma Genesis grubu deyince ilk Steve Hackett geliyor. Ve tabi hemen arkasından Tony Banks. Aynı şey YES içinde geçerli. YES deyince aklıma ilk, gitaristleri Steve Howe'dan sonra piyano çalan Rick Wakeman geliyor.

Sanırım bunda müzisyenlerin yaratıcılıklarının ön plana çıkması söz konusu.

'Please Don't Touch!' albümü de 28 yaşındaki Steve Hackett yaratıcılığının önemli örneklerinden birisi. 1975'deki ilk albümünde etrafına topladığı müzisyenlerle Genesis albümlerinden çok daha kaliteli bir albüm ortaya çıkarmıştı. 1978 yılındaki bu ikinci albümünde de yine etrafında dönemin ve günümüzün hala hatırlanan kaliteli isimlerini toplayarak müzikteki yaratıcılığını devam ettirdi.

İlk albümünde Genesis grubu üyelerinin desteğini almıştı. Bu 2. albümünde ise Steve Hackett'a destek verenler Amerika'nın en önemli progresif rock gruplarından Kansas üyeleri oldu. Steve Hackett ilk albümündeki karmaşık, eklektik yapıyı bu ikinci albümde de sürdürdü. Destek veren Kansas üyeleri de Steve Hackett'ın bu müzikal anlayışına iyi uymuş oldular ki ortaya ilk albümden 3 yıl sonra yine mükemmel bir albüm ortaya çıktı.

Steve Hackett niye önemsediğim ilk 3 gitaristten biridir?

Aslında bir cevabı da yok, belki de sadece progresif rock'a odaklandığımdan dolayı aklıma onlar geliyor. Yoksa, Al Di Meola'da var, David Gilmour'da, John Mclaughlin'de var Jeff Beck'de.


Steve Hackett'ı diğerlerinden ayıran şey, aynı çizgide devam etmemiş olması. Her albümde olmasa da, belli dönemlerde müzikte yeni arayışlara girmesi, dünya üzerinde varolan neredeyse bütün müzikleri kendi albümlerine koymaya çalışması, Steve Hackett'ı bende çok farklı kılıyor.

Albüme gelirsek;

Açılış parçası 'Narnia' ile başlıyor (hani herkesin bildiği çocuk fantastik Narnia öykü serisi). Ve daha başlar başlamaz, Hackett'ın akustik gitarıyla masal dünyasına giriyorsunuz. Kansas grubundan Steve Walsh'ın vokaliyle müzik daha da bir masalımsı hale geliyor. Hackett'ın akustik gitarı ve Steve Walsh'ın vokali öncülüğünde kulakların kirini temizleyen 1978'in en güzel progresif rock parçalarından biri haline geliyor.

'Narnia' parçası harici dikkat çeken diğer parçalar ise 'Kim', 'Please Dont Touch',  'Icarus Ascending' Bu parçalara geçmeden önce önce 2. parça olan 'Carry On Up The Vicarage' parçasına bakalım.

Genel olarak progresif rock'da edebiyat eserleri bir albümün konusu oluyor ancak Steve Hackett bunu bir şarkıda geçiştirerek, Agathie Cristie'nin bir hikayesini tek parçaya konu etmiş. Halbuki Agatha Christie'nin herhangi bir öyküsü bir albümün konusu olabilirdi. Ayrı olarak çocuksu garip vokallerin oluşu da, albümdeki en zayıf parça olduğunu gösteriyor. En azından benim için.

'Kim' parçası gibi Steve Hackett'ın hangi parçasını dinlesem aklıma Star Trek serisi geliyor. Yaşamın güzelliği ancak böyle parçalarda anlaşılabilir.

'Kim', klasik müzik ve günümüz modern müziğin (pop, rock hepsi, artık aklınıza ne geliyorsa) mükemmel birlikteliği. Steve Hackett'ın en sevdiğim yanlarından biri, bu parçada daha net olarak anlaşılıyor sanırım. Klasik müziği abartıya kaçmadan kendi müziğinde kullanıyor oluşu.

Ki bu anlayış Steve Hackett'ı bu albümden bir kaç yıl sonra Londra Senfoni Orkestrasıyla bir albüm çıkartmaya itecektir.

Rock müzikde kendine özgü müzikal anlayışları ve gitar teknikleri olan bir çok gitarist vardır. Steve Hackett'da onlardan biri, pek tanınmıyor olsa da, öyle. Albüme adını veren 'Please Dont Touch' parçasında 80'ler, 90'lar ve 2000'lerde devam ettirdiği gitar tekniğini ve müzikal anlayışını çok rahat görebilirsiniz. 'Please Don't Touch' parçası Steve Hackett gitar tekniğinin yada stilinin başladığı eserlerden biri olarak da kabul edebilirsiniz. Firth to Fifth parçasını saymazsak tabii.

Son olarak 'Icarus Ascending'. Steve Hackett'ın Genesis ile son albümündeki efsane 'Los Endos' parçasına benzer bir parça. 'Los Endos' parçasından iyi tarafı ise vokalin oluşu. Daha doğrusu vokalin, parçayı dinlerken başka dünyalara götürüyor oluşu.

Bunda Steve Hackett'ın daha özgür aksak gitar çalışını gösterebilirim.

Progresif rock'ın gölgede yada unutulmuş mücevherlerinden biri.

Steve Hackett' bu albümüyle progresif rock'ı zenginleştirmemiş olabilir bir çok progresif rock dinleyicisine göre ama 'Please Don't Touch!' albümü 1978 yılında çıkan en güzel ve yaratıcı albümlerinden biri.

Steve Hackett'ın bu albümünü dinlerken neredeyse 4 saat geçti. Bu 4 saatte de bu albümü üstüste dinledim. Harcadığım bu 4 saatten de zerre kadar pişmanlık duymadım.

Progresif rock dinleyicileri için değil de Steve Hackett'ı bilenler ve dinleyenler (yada albümlerini teker teker dinlemeye çalışanlar için) unutulmayacak bir albüm.

1. Narnia (4.07)
2. Carry On Up The Vicarage (A Musical Tribute To Agathie Cristie) (3.11)
3. Racing In A (5.07)
4. Kim (2.14)
5. How Can I (4.40)
6. Hoping Love Will Last (4.09)
7. Land A Thousand Autumns (1.57)
8. Please Dont Touch (3.39)
9. The Voice Of Necam (3.11)
10. Icarus Ascending (6.21)

Süre : 38.38

Steve Hackett / Elektrik & Akustik Gitar, Synth Gitar, Vokal (2), Geri Vokal (1,3,9,10), Mellotron, Perküsyon, Aranjör, Yapımcı

Steve Walsh / Vokal (1,3)
Richie Havens / Vokal (5,10), Perküsyon
Maria Bonvino / Vokal (6)
Randy Crawford / Vokal (6)
Feydor / Vokal (9)
Dan Owen / Alto Vokal (10)
Dale Newman / Vokal (10)
John Hackett / Flüt, Küçük Flüt, Klavye, Bas Pedalı
Dave Lebolt / Klavyeler
John Acock / Klavye, Yapımcı
Tom Fowler / Bas Gitar
Chester Thompson / Perküsyon, Davul
Phil Ehart / Perküsyon, Davul
James Bradley / Perküsyon
Graham Smith / Keman
Hugh Malloy / Çello



19 Ekim 2017 Perşembe

Tangerine Dream - Thief 1981


1981, Tangerine Dream müziğinde tam bir dönüş yaşandığı yıl. Aynı yıl çıkan 'Exit' albümünü yazarken de söylemiştim. 'Tangram' albümü 70'lerin Tangerine Dream müziğinin son örneğiydi. 1981'den itibaren müzikal değişim Tangerine Dream'in new-age grubu olarak anılmasını da sağladı.

Sanırım 1981'deki değişim artık progresif rock'ın fazla getirisi olmamasıydı ve tabii ki yeni üretilen teknolojik müzik aletleri.

Tangerine Dream teknolojiden geri kalmamak için yeni çıkan hemen hemen bütün synth'leri kullanmaya başladı. Ancak ortaya çıkan sesler farklı olduğu için 70'ler Tangerine Dream'inden biraz farklı sesler çıktı. Sonuç olarak Tangerine Dream müziği paraya odaklı olarak değişmedi, teknolojiye paralel olarak değişti.

Aynı yıl çıkan 'Exit' albümünde olduğu 'Thief' albümünde de bu değişimlerin müziğe yansımasını rahatlıkla görebilirsiniz.

Ancak 'Thief' albümü 'Exit' albümüne göre parça yapısı ve müzikal anlayış olarak bir hayli farklı. Bunda 'Thief' albümünün bir film (dizi film) müziği olmasının da etkisi var. Albümde filmin konusuna göre parça yazımı söz konusu, dolayısıyla parçalar daha kısa ve kısmen doyurucu. En azından parça ne zaman başladı, ne zaman bitti, anlayabiliyorsunuz. Daha basit söylemek gerekirse, hiç hoşlanmadığım şablon tarzı parça yazımı var. Tangerine Dream bunun üstesinden rahatlıkla geliyor. Albümdeki her parçanın birer şablonu var ancak bu şablonlar birbirlerini taklit yada kopya etmiyor. Her bir parçanın kendine ait bir yapısı var.

'Thief' albümüne gelirsek, yukarıda da söylemeye çalıştığım gibi, bir dizi filmin müziğinde oluşuyor. Film ise mesleği hırsızlık olan birinin patronunun ihaneti ile karşılaşması sonucu patronundan intikam almaya çalışmasını anlatıyor. Aynı zamanda sevdiği kadınla yeni bir hayat kurmaya çalışmasını. Albümün müzikal hissiyatı da buna göre oluşuyor. Tangerine Dream de filmde ki bu duygu yoğunluğunu ortaya çıkardığı parçaları ile anlatmaya çalışıyor.


O yüzden albümde olan her parçanın birer şablon içermesi çok da abest bir durum değil. Ve belkide ilk ve son kez Edgar Froese'nin gitarını bu duygu yoğunluğunu anlatmak için ön plana çıkaracak şekilde kullandığını görüyorsunuz.

90'larda ve 2000'lerde de bir çok konserinde Edgar Froese'nin elektrik gitar solosu var ancak o dönemin albümlerde pek fazla kullanmıyor. En azından bu albümdeki kadar yoğun değil.

Tangerine Dream müziğinin 80'lerini dinlemek için en iyi başlangıç albümü 'Thief', sanırım. Bu albümden sonra yapılanlarda 'Thief' albümünün tamamen aynısı olmasa da, müzikal yapı yada şablon olarak hemen hemen aynı.

'Thief', Tangerine Dream müziğinin progresif rock ve new-age karışımı, 80'ler müziğine başlamak için en ideal albüm. Elektrik gitar, saykodelik davul ve klavyeler. Hem 70'leri anımsamak hem de yeni döneminin başladığını hissetmek için.


1. Beach Theme (3.44)
2. Dr. Destructo (3.21)
3. Diamond Diary (10.51)
4. Burning Bar (3.14)
5. Beach Scene (6.48)
6. Scrap Yard (4.42)
7. Trap Feeling (3.00)
8. Igneous (4.48)
9. Confrontation (5.37)

Süre : 40.28

Edgar Froese / Klavye, Org, Elektrik Gitar, Synth (ses düzenleyicisi)
Chris Franke / Synth, Elektrik Perküsyon,
Johannes Schmoelling / Klavyeler, Org,

Konuk
Craig Safan / Yönetim


16 Ekim 2017 Pazartesi

Steve Howe - Beginnings 1975




YES, günümüzde progresif rock zevkleri ve kıstaslar değişmiş olsa da hala en ciddi gruplardan biridir. Şimdilerde Dream Theater, Porcupine Tree hatta Opeth gibi gruplar bu işi götürüyor gibi gözükse de altyapıları yine 70'lere dayanır. Dream Theater, YES, ELP gibi grupların parçalarını yeniden çalarken; Porcupine Tree müziğini Pink Floyd ve Tangerine Dream'e dayandırır. Opeth ise son albümüyle 70'lerin bir başka devi  Jethro Tull'a öykünmüştür.

Bu günümüz progresif rock grupları 30-40 yıl öncesinden esinlenirken, 70'lerin grupları da bir yerlerden esinleniyorlardı. Esinlendikleri ağırlıklı olarak 50-60'lardaki rock'n roll ve blues olsa da, daha derinlere giden gruplarda vardı. Bu tarz gruplar özellikle caz, avantgard ve klasik müziği yaptıkları müziklerin içine koyuyorlardı. Bunlardan en önemlisi de YES'di.

Nasıl ki günümüzde Dream Theater yada Porcupine Tree gibi progresif rock grupları baskın iken, 70'lerin progresif rock'ında da YES'dir, ki progresif rock deyince hala ilk akla gelenlerdendir.

YES, muhteşem 4 albümlük klasik yaptıktan sonra 3 yıl kadar grup müziğine ara verdi. Grup üyelerinin hepsi grup döneminde biriktirdikleri parçaları albüm olarak piyasaya sürdüler. 1975 ve 1976 yıllarında YES'in son 4 albümünde çalmış bütün müzisyenlerin solo albümleri, bir çoğunun ilk solo albümleri; kısmen YES müziğine kısmen de YES harici müziğe benziyordu.

Bu solo albümlerinden en zayıfı olarak görünen (bana göre en güzel solo albüm) Steve Howe'un 'Beginnings' 1975'in Ekim ayının sonunda çıktı. Albüm için Steve Howe yardımcı olan müzisyenler yine YES'de çalan müzisyenlerdi. Bir de konserlerde birlikte hareket ettikleri Gryphon grubu üyeleri vardı.

Albüm, grup ve Steve Howe hakkında genel bilgilerden sonra albümü neden sevdiğime geleyim. 'Beginnings', Alan White'ın ilk ve tek albümde yapmaya çalıştığı gibi bir çok müzik türünü içinde barındırıyor.

YES'in davulcusu Alan White, albümünde bir çok türde müzikten örnekler vererek davul stilini ortaya koymuştu ve sonrasında YES'in değişmeyen üyelerinden biri haline geldi. Steve Howe da benzer bir şekilde ilk albümünü bu şekile ortaya çıkardı. YES grubunda denemeye çalıştığı rock'n roll'u, blues'u, folk ve klasik müziği nasıl rock müziğin içine soktuysa bu ilk albümünde de kendi becerilerini tek başına ortaya çıkarmaya çalıştı.

Albümde bulunan 9 parça da Steve Howe'un YES'de yapmaya çalıştığının özeti biçiminde. Ki bazı parçalar YES'in sonraki albümlerinde kendine yer bulacak nitelikte.

YES, hem progresif rock'ın çıkış dönemi olan 70'lerde hem de günümüzde en önemli grupların başında geliyor. Sadece YES ve grup üyelerinin albümlerini dinleyerek bile progresif rock hakkında bir fikre sahip olabilirsiniz. Steve Howe'un 'Beginnings' albümü de bu fikre kesinlikle katkı sağlayacaktır.

Son olarak, albümü dinlerken müzikal atmosfere değil, Steve Howe'un gitarına odaklanın. YES'de yağmaya çalıştığının ne olduğunu göreceksiniz.

1. Doors Of Sleep (4.08)
2. Australia (4.13)
3. The Nature Of The Sea (3.57)
4. Lost Symphony (4.41)
5. Beginnings (7.31)
6. Will O' The Wisp (6.00)
7. Ram (1.53)
8. Pleasure Stole The Night (2.57)
9. Break Away From It All (4.19)

Süre : 39.39

Steve Howe / Elektrik & Akustik Gitar, Mandolin, Çelik Gitar, Banjo, Harpsichord, Org, Bass Gitar, Moog, Vokal

Konuklar

Graeme Taylor / Elektrik Gitar (3)
Patrick  Moraz / Piyano (4-6), Moog & Harpsicrod (5), Mellotron (6)
Bud Beadle / Alto & Bariton Saksafon (4)
Mick Eve / Tenor Saksafon (4)
William Reid / Keman (5)
Patrick Halling / Keman (5)
John Meek / Viyola (5)
Peter Halling / Çello (5)
Sidney Sutcliffe / Obue (5)
James Gregory / Flüt (5)
Gwyn Brooke / Fagot (5)
Malcolm Bennet / Bas Gitar (3), Flüt (8)
Colin Gibson / Bas Gitar (4)
Chris Laurence / Bas Gitar (5), Gitar (8)
Alan White / Davul (1,2,4.6)
Bill Bruford / Davul (8,9), Perküsyon (9)

Kapak Tasarımı : Roger Dean

12 Ekim 2017 Perşembe

Tibet - Tibet 1978


                           

Tibet, 1972 yılında bir grup genç Alman tarafından hint, tibet müzikleri yapmak amacıyla kuruldu ve grup bu şekilde müziğine devam etti. Dönemin popüler müzikal anlayışından da etkilenerek müzikleri rock'a doğru kaymaya başladı. 1976 yılına gelindiğinde ise yaptıkları müzik artık tamamen bir progresif rock oldu.

Albüm çıkarmadan yıllarca yaptıkları müziğin geldiği son hali; esinlendikleri müziğin folklorik isminden olan Tibet adıyla çıktı. Albümdeki parçaların neredeyse tamamı, 1976-1977 yıllarında bestelenip, konserlerinde çalındı. Son olarak albüm yapıldı. Devamında ise Tibet dağıldı.

Satışının düşük olması, popüler olamayışları bunda en büyük etken. Grup üyeleri grubun dağılması sonrası kendi mesleklerine yöneldi.

Facebook'un ortaya çıkması, dünya üzerinde progresif rock severlerin birbirini bulması sonucu bir çok eski grup tekrar müziğe yöneldiler. Gördüğüm bir çok grup, 30-35 yıl sonra tekrar albüm çıkarttılar. Bir gün Tibet progressive rock adlı hesap beni ekledi. Sanırım grup üyelerinden birisiydi.  Bir süre boyunca da kendi zevkine göre müzikler paylaştı. Eski hesabımda öyleydi. Şimdiki yeni hesabımdan ne paylaştığını tam olarak göremiyorum. Grup üyelerinin fotoğraflarını paylaşmış bir kaç kez, o kadar.

Tibet beni ekleyince, içimden sanırım 30 küsür yıl aradan sonra yeni bir albüm yapacaklar. Yıl 2017 oldu, hatta yakında bitecek. Henüz yeni bir albüm ile ilgili bir haber yok. Belki de biz de vardık, albüm yaptık demek için açtılar facebook hesabını.

Sağlık olsun, diyelim.

Albüme gelirsem, bir çok kült grubu dinlemeye başlamadığım zamanlarda tanıştım grupla. Progresif rock'ı, sırf progresif rock diye dinlediğim zamanlardı. Ne gerçek anlamda YES'den ne de Genesis'den haberim vardı. Ağırlıklı olarak saykodelik rock'ı temel alan grupları dinliyordum. Eloy, Camel, Caravan benzeri gruplar.

İşte o dönem Tibet'in bu albümü bana çok farklı gelmişti. Kullanılan org ve synth az çok Camel'i, Eloy'u anımsatsa da o dönem Tibet'in yaptığı müzik benim için yine de çok farklıydı.

Tibet'in klasik anlamda dönemin progresif rock gruplarından farkı, gereksiz yere enstrüman doğaçlamaları yapmıyor oluşlarıydı. Albümdeki bütün parçalar bir şablon halinde oluşturulmuştu. Klasik yada caz müzik etkileri vardı ama abartılı değildi.

Şablon dedim ancak albümde yer alan 7 parçanın şablonları da birbirlerinden farklıdır.

Albümde yukarıda söylemeye çalıştığım gibi gereksiz yere enstrüman sololar yok. Ancak vokalin ve org'un (ve synth) etkisi çok fazla. Albümü ve grubu senfonik progresif rock kategorisine sokan da bu öğeler.

Albümü dinlediyseniz, söyleyecek sözüm yok. Eğer dinlemediyseniz; koltuğa oturun, ayaklarınızı uzatın ve rock müziğin yaratıcılığının zevkini çıkarın. Albümün sonunda 'No More Times' ile müzikal doyumunuzun sonuna varacaksınız.

Tibet grubu, 1972 yılında başladığı müziğe satışların ve popülerliğin az olması sebebiyle, 1980 yılında bıraktı. Elimizde olan ise 1978 yılında çıkan bu, tek albüm. Bu, tek albüm bile Tibet grubunu sevmeniz için yeterli olacaktır.

Günümüz progresif rock yaptığını sanan bir çok gruba örnek olmayacak bir grup, aynı zamanda. Çünkü günümüz rock grupları kendilerini ve geçmişi tekrarlamaktan başka hiç bir iş yapmamaktadırlar.

1. Fight Back (4.59)
2. City By The Sea (4.24)
3. White Ships And Icebergs (6.15)
4. Seaside Evening (4.13)
5. Take What's Yours (7.23)
6. Eagles (6.05)
7. No More Times (5.30)

Süre : 38.49

Kalus Werthmann / Vokal
Deff Ballin / Klavyeler, Perküsyon
Dieter Kumpakischkis / Bas Gitar, Perküsyon
Karl Heinz Hamann / Bas Gitar, Perküsyon
Fred Teske / Davul
Jürgen Grutzch / Elektrik & Akustik Gitar, Perküsyon

9 Ekim 2017 Pazartesi

Premiata Forneria Marconi - Chocolate Kings 1975




Son 3 aydır düzenli bir işim olduğu için, aslında düzensiz çünkü ev ile iş arası mesafe 2 saatten fazla sürüyor, kendime boş zaman ayırıp albümleri dinleyemiyorum eskisi gibi. Son 2 aydır'da aylık ortalama yazıların altına düştü. Yakında yeni bir eve taşınıyorum, iş'e de yakın, sanırım eski düzeni oturtur, yine aylık 10-12 albüm hakkında yazı çıkartabilirim.

İş nedeniyle biraz düzenim bozuldu, o yüzden bu yazıyı kolay (benim için) albümlerden seçeyim dedim. Ne zamandır da italyan progresif rock albümlerini dinleyip, yazmıyordum, bu albüm evi değiştirmeye çalışırken iki gündür dinleye dinleye iyi de geldi.

Premiata Forneria Marconi, italyan progresif rock'ın dev gruplarından birisi. Sadece popülarite açısından değil, ortaya koydukları albümler bakımından, dev gruplarından. 1973'de başladıkları İngilizce sözlü albümlere 3. albüm olarak 'Chocolate Kings' albümlerini ekledir. İlk 2 İngilizce sözlü albüm, söz bakımından biraz amatörce kaçmıştı, bu albümde bu sorunu tamamen çözmüşler. Bunda en önemli etken, Bernardo Lanzetti'nin sadece vokal olarak katılması sanırım.

Bernardo Lanzetti, bu albümde sesini Genesis'den Peter Gabriel ile Phil Collins'in sesleri arasına bir yere oturmuş.

PFM 'Chocolate Kings' albümünü 1975 yılında İngilizce sözlü olarak piyasaya sürdü. Önceki İngilizce sözlü albümlerinde olduğu gibi bu albümün italyanca sözlü versiyonu yok. O yüzden İngilizce sözlü italyan progresif rock'ın tadını farklı bir şekilde çıkarmak gerekiyor.

'Chocolate Kings', 2. dünya savaşında italya'ya gelip, italyanları nazilerden kurtarmaya çalışan amerikan askerlerinin çocuklara verdiği çikolatalara dayanan bir albüm. Aksi bir şekilde albümü anti-amerikancılık yada amerikan emperyalizmi eleştirisi sanmayın.

Albümün açılış parçası 'From Under'. 'L'isola di Niente' albümündeki atmosfere benzer bir şekilde senfonik ve avantgard olarak başlıyor ve tabii ki italyan folk ezgileri ve klasik senfonik sesler parçanın ilerleyen bölümlerinde kendisini hissettiriyor. Özellikle Mauro Pagani'nin keman'ının diğer parçalarda olduğu gibi, çok büyük etkisi var, italyan müziğinin seslerini duymak için.

'Harlequin', sadece bu albümün ve PFM'nin değil, italya'dan ve italyan progresif rock'ının en özgün parçalarından birisi. Söylemezsem olmaz; 2010 yılında askerliğimi yaparken yanıma aldığım mp3 çalarda bulunan albümlerden biriydi, 'Chocolate Kings' ise en çok üstüste dinlediğim parçaydı.
Mauro Pagani'nin burada kullandığı keman, bir çok rock gitaristinin kullandığı blues-saykodelik soloların halinin klasik müzik versiyonu gibi.

'Harlequin', onca yıl geçmesine rağmen, hala favori PFM parçalarının başında geliyor.

'Chocolate Kings', ilk albümlerindeki 'E Festa' parçası gibi marş özelliği taşıyan bir parça. Dönemin rock müzik anlayışına göre mükemmele yakın ancak 'E Festa' ile karşılaştırılınca biraz daha geri planda kalıyor. Sanırım bunda 'E Festa' parçasındaki yoğun folklorik öğelerin etkisi var. Bu parçada ise daha çok gitar ve piyano'nun doğaçlamaları var.

'Out On The Roundabout', Genesis'in 1975'de tamamen değilse bile, kısmen bittiği bir dönemde PFM tarafından yapılan parça. Mussida'nın gitarı ve Premoli'nin piyano'su parça başlarken dinlenmesi Genesis'i anımsatıyor. PFM'nin Genesis'den artı tarafı, italyan klasik müziğini iyi bilmeleri sanırım. 'Harlequin' ve 'Chocolate Kings' parçalarındaki tempolu parçalardan sonra böyle senfonik özellikleri ağır basan parça ile dinleyenin ayakları yerden kesilebilir.

'Out On The Roundabout', albümün ve 1975'in en güzel parçalarından. Grubun tüm üyeleri tamamen kendi hünerlerini gösteriyor. Mussida'nın gitarı, Premoli'nin piyano'su, Pagani'nin kemanı,  Djivas'ın bas'ı ve Cioccio'nun davulu; tek söz ile mükemmel.



Albümün bütününde olan senfonik ve caz atmosferi son parça olan 'Paper Charms'e folklorik öğelerin fazlaca konulmasıyla, gerçek anlamda italyan progresif rock tanımını hakediyor. Klasik müzik, halk müzikleri, caz ve dönemin rock müziği; hepsi birarada bu parçada.
PFM'nin 70'lerde yaptığı herhangi bir albüme progresif rock için dinlenilmesi gereken albümler için kolaylıkla imzamı atarım, 'Chocolate Kings' albümü de PFM'nin bu albümlerinden biri.

İngiliz tarzı klasik müzik etkilerinin ve italyan tarzı klasik ve folkik ezgilerin nasıl kusursuz ve mükemmel biraraya getireleceğinin tek ve belkide tekrarlanması mümkün olmayan bir albümü.

'Chocolate Kings', sözleri, konusu ve müziğiyle 70'lerin başyapıt albümlerinden.

1. From Under (7.25)
2. Harlequin (7.40)
3. Chocolate Kings (4.45)
4. Out On The Roundabout (7.53)
5. Paper Charms (8.29)

Süre : 36.12

Bernardo Lanzetti / Vokal
Franco Mussida / Elektrik & Akustik Gitar, Vokal
Flavio Premoli / Klavyeler, Org, Vokal
Mauro Pagani / Flüt, Keman
Jan Patrick Djivas / Bas Gitar
Franz Di Cioccio / Davul, Perküsyon, Vokal